Fatma Aras
Kuzey yarım Kürede en uzun günlerin başlangıcıydı yaz ayı. Aras Nehri’ne yakın Erivan’da annem, babam ve erkek kardeşim dedemizden kalma evde yaşardık. Aras’ın diğer yakası Türkiye’de kalan akrabalarımızı özlemle sofrada konuşurduk. İlkbahardan yeni ayrılan yazın güzelliğini yaşıyorduk. O gün mahallemizde düğün vardı. Nasıl yaz ayında dünya ısıyı depo ediyorsa benim de gençlik vücudum da yaz çiçekleri açıyordu. Kırmızı krepten modern bir elbiseyle düğüne gittim. Bizde kalabalık oyunlar yok. Adımla anons edildim. Alagöz Dağı’ndan kalkan rüzgâr bir kuğu gibi kollarımı açıp oynamaya başladım.
Çalgıcıya, çalmasını sürdürmesi için para başa değil, oynayanın eline verilir. O ele para verme olayında, bir gencin, elime bir kâğıt sıkıştırdığını fark ettim. Göz ucuyla baktığımda yerle göğün arasına çakılır gibi oldum. Aşk dedikleri, bu olsa gerek… Uzun boylu siyak saçlı kara yağız bir gençti. Bu güne kadar ilk kez böyle birini görmüştüm. Elimdeki paraları çalgıcıların masasına bırakıp yerime oturdum. Avuçlarım ter dolu ama bu yaz sıcaklığı değildi. Adımlarım freni patlak araba gibi yalpalıyordu eve dönerken. Ayakkabıları çıkarıp elime aldım. Çıplak ayaklarım, yaz sıcağına karışmış hevesimi doruğa çıkarıyordu. Eve vardığımda, avuçlarıma yaz teri bırakan kâğıdı açtım. “Ben Türkiyeliyim, sizi yarın akşam bu meydandaki çay bahçesinde bekleyeceğim” yazıyordu.
Evden çıktığımda korku bir uçurum açıyordu önümde ama yüreğim kelebekti. Uçuyordum. Aynı yerde, aynı saatte ikimiz de birbirimizin adını sormaya korktuk. Ama gözlerimizde fenerler yanıyordu. Bu aramızdaki korkuyu elini uzatarak ve ben “Murat” diyerek o sonlandırdı, ben de ona adımı söyleyerek elimi eline uzattım. Tokalaşan ellerimize baktığımda avuçlarımıza yaz sıcaklığını sıkıştırmıştık sanki. Karşılıklı oturduk. Türkiye’den kaçak yollarla gelmiş hasta halasında kalıyordu. Her bakışta sevdaya koşuyorduk. Yan masada yaşlı bir amca, bir elinde asası, bir elinde bardağı, çayını yudumluyordu. Bir ara bize baktı” Çocuklar yaz danası gibisiniz” dedi. Murat lehçesi anlaşılmasın diye konuşmadan yüzüme baktı. “Amca, yaz danası nasıl olur” diye sordum. Amca, “Bak kızım yaz danalarının burnu yaz havasını aldı mı ovada, bayırda zıplayarak yürür. Siz oturmuşsunuz ama hevesiniz, sözcükleriniz masada zıplıyor.” demesi bizi güldürmüştü.
Bizimki imkânsız bir aşktı. Belki ondan hevesimiz göğüs kafesimizi yırtıyordu. O Tay, Bu Tay (Aras Nehri’nin iki yakası)arasında, yasakların en yoğun olduğu günler ki bu evlilik normal yollarla olmayacaktı. Bizim aşkımızda özgürlük yoktu ama gözlerimiz gökkuşağının altında umut tahtı kuruyordu. İkimiz de yaz ayının dilencisi gibi yüreğimizi dileniyorduk. Adımız yoktu, “Yaz aşkım” diyorduk birbirimize. Yavaş yavaş yaz yüzünü sonbahara çeviriyordu. Aşksız mevsimlerde kendimi unutmayacaktım. Yaz aşkıma baktım, “Beni de ülkene götür.” dedim. Bunu bekler gibi elimi tutuverdi. Gecenin karanlığına karıştık.
Keyvan kovan çiçekleri tepelerde kokusunu veriyordu. Yazın son günleri ve yaz aşkımla Aras Nehri’ne girdik. Aras bulanık, Aras azgın akıyordu. Sınırdaki nöbetçi kuleler uyanmıştı, üstümüze ateş yağıyordu. O arkada, ben önde… Ayaklarım, Türkiye topraklarına doğru itiyordu. “Ah! Sesiyle, başımı çevirdim. Nehir kan ağlıyordu. Murat vurulmuştu. “Yaz aşkım yazlarına göm beni!” dedi, sulara gömüldü. Varlığımız yokluğumuzu solarken, bir turna havada vuruldu. Bu Tay dediğimiz Türkiye topraklarına düştü. “Yazııım” diye çığlık attım, sular alev almıştı. Çığlığım duvarlarda yankılandı. Kendi sesime uyandım, yatakta ağlıyordum. Olgun yaşım gençliğime mum yakmıştı rüyada…