TANRIÇA KOKTEYLİ


Gülçin Sahilli

Yani bütün isteğim dünyada bir yaz tatiliydi… Hem de bunu asgari ücretle yaşam mücadelesi veren yeryüzü tanrı sınıfı kadar temiz bir kalple istemiştim.

İşlerin böyle gelişeceğini tahmin dahi edemezdim ki. Şahane kargaşa sabah körü şiir tanrılığı konseyinden yıllık izin onay belgemi ve dünyaya tatil biletimi almamla başladı. Daha önce yeryüzüne tatil için inmeyi düşünmemiştim açıkçası. Gökeve kapanıp tatilimi ilham perisi üretimiyle geçirmeyi yeğledim 600 yazdır. Enheduanna’dan itibaren dişi şairleri hep yaz tatillerinde keşifledim ve yeryüzü dondurma cennetiyken kalemlerine perilerini atadım. Yoksa Kavafis’e kalsa tüm periler erkek şairlere çalışırdı. Ağustos böcekleri hiçbir yaz şarkı söylemedi bana. Bir de çekiliş işi vardı; bu yüzden de yanaşmazdım dünya tatiline, Antartika’ya güneş kremiyle inmek de vardı kaderde çünkü.

Baştanrı Kavafis çekiliş sonucunda elindeki bilete kaygıyla bakan zatıma “Fena mı Poema, tanrılık eurosu çok değerli Türkiye’de. En lüks otellerde konaklarsın.” Cümlesi biterken kahkahası başladı. Kalifiye zalimlik dendiğinden ondan iyi bir seçenek düşünülemezdi.

Ertesi sabah için pır pır haldeydim. Gidip tatil için “İlahlar Avm” den alışveriş bile yaptım. Yağmur ve kar suyu havuzlarında madalyalarım olsa da ilk kez insan denizine girecektim. Koca bir bavul hazırladım; içi şortlar, elbiseler, bikiniler ve sandaletler çarşısı…Hiç bu kadar dünyalık giysim olmamıştı. Aynanın karşısında giysileri denerken “Yaz Bekarı” filmindeki Marilyn Monroe şuhluğunda havalandırdım eteklerimi. Tanrıça olmak zor iştir. Hep ciddi, hep mesafeli, hep burnun kaf dağı pozisyonunda… Hele ki dokuz bin gök dönümlük bir alana kurulu “Şiir Akademisi”ni yönetmek beni diğer tanrıçalardan daha büyük mecburi kibirlere sürüklemiştir.

Güneşin pencereme tırmanışıyla uyandım. Uç uçlu bavulum başımın üzerinde yeryüzüne inmek için Zeus Meydanı’ndaki duş sırasına girdim. Sıra bana geldiğinde içeri adım attım. Benle birlikte bir alaca kelebek de kanat attı. Düş kabinini kapattım ve başlığı çevirdim. Tazyikle dökülen kristaller dokunduğu her noktamı düş kabinin giderinden akıp götürdü. Biz yaratılmamış, var olmuşlar kristal özüyüzdür.

Bir plaj duşunda dünyaya bedenlendim. İyi de ben niye bana ayrılan beş yıldızlı otelin pirinç kaplama duşunda değil de burada bedenlenmiştim. Bavulum da yanımdaydı. Ya tanrılık Eurolarım… Ya biletlerim…Hay Kavafis’in Cezası…  Biletlerin ve paraların olduğu cep çantası, hayır, hayır, hayır! Alaca kelebek çantamın üzerine konmuştu. Demek o benim yerime otele bedenlenmişti. Kelebeğin şansı.

Dalga yüzlü denize duran gövdemi caddeye çevirdim. Kule otel, ihtişamıyla muhteşem önümde yükseliyordu. Tokatlayan haziran neminde ana girişe doğru hızlandım. Tam resepsiyona yaklaştım ki. Biri kolumdan sarstı. “Ah Elacığım burada ne arıyorsun? Daha makyajın bile yapılmamış” diyerek beni arkadaki restauranta doğru patinajla çekiştirmeye başladı.

Ben Ela değilim, diyemeden onlarca spot, onlarca ışık göz bebeklerimi oymaya başladı. Neler oluyordu… Duvardaki patlayan afiş dikkatimi çekti. Afişte benim fotoğrafım, altında da adım yazıyordu. Ela Şahner olmuştum. Yanımda da kütür erik esmer güzeli bir adam yükseliyordu. Ben sinema sanatçısı mı olmuştum. Bir de ikizim mi vardı?  Şimşek beynimin sol çaprazından çaktı, Ah Kavafis! 36 yıl önceki şair kadroları kavgamızda ben eşsizim benim gibi bir yönetici bulamazsın dediğimde o kemikli ellerini havada çevirmiş ve artık değilsin demişti. Yeryüzünde bir Poema yaratmak. İyi de bu Ela adlı 2. Poema neredeydi?

O kargaşada yanıma yaklaşan kadın şefkatli bir panikle yüzüme dokunup,

“Şükürler olsun buradasın az önce bir telefon aldım ve kaçırıldığını söylediler demek yalanmış.” dedi.

Demek doğruymuş diye mırıldandım. Gerçek Ela kaçırılmıştı ve aynı otele ben kristallenmiştim. Döndüğümde zulümlerden zulüm beğen baş tanrı. Neyse dedim ya belki de hazır faniyken biraz da fani oyuncu olmak fena olmazdı.

Kostüm odasına götürüldüm. Sanki ben beceremezmişim gibi iki asistan kız beni soydu. Seksapeli dehşetengiz kırmızıya beyaz puantiyeli retro bir bikini giydirdiler. Topuklu dore terlikler ve devasa hasır şapka. Kelebek güneş gözlükle, havuz başındaki şezlonga uzandığım gibi yönetmen “Motor” dedi.

Sahne kolaydı. Şezlongda etrafa bir sultan gibi gülümseyecektim. E bir tanrıça için hayli basit işti kasılmak. Yüzyıllardır kasıl babam kasıldım. O sahneden sonra havuzun kıyısında süzüle süzüle yürüyüp, esmer şeker Arda Veziroğlu ile karşı karşıya gelip ateşli bir şekilde öpüşecektik. O dudakları görünce iyi ki kelebek diye gülümsedim.

Elime verilen kadehteki karışım enfesti “Adı ne?” dedim. “Tanrıça kokteyli” dedi çilleri güneşten ışıyan garson kız. İşte bu beni kıkırdattı.  Kızgın güneş üzerimizde yükselirken adıma düzenlenmiş kokteylin bardağını gönülsüz bırakıp, topuklularla ıslak zeminde salınmaya başladım. Yer hayli kaygandı. Yamula yıkıla gittim ve tam yakışıklının yanına varıp elini tuttuğumda topuğum havuz kıyısındaki mazgallara takılmaz mı…

Yani anlamıyorum ki bir yönetmen niye bu kadar kızar. Neymiş efendim üzerimdeki mayokini elmas işlemeliymiş, biz kuruyana dek ışık geçecekmiş- Işık nereden nereye geçecekse. Daha bir sürü şey için carlayıp durdu. Dünyada tılsım güçlerim elimden alınmıyor olsa onu havuz başı ördeği yapardım ama kadim yasalar işte. Ardacığım tatlım da ıslandığından hiç pişman değildi. Bana nefis ağzıyla gülümsüyordu. Acaba tanrılığı bırakıp onunla evlenip çiftliğine hanım mı olsaydım? Canlandırdığı karakter tatile gelmiş bir ağaydı da… Ne muazzam erkek faniler üretiliyordu böyle. Ah ah şiir her şeyi kapatmıyor azizim. Öpüşmek gerek öpüşmek…

Neyse, bizi kurutup paklamak için tekrar giyinme odalarına aldılar bu kadar oyunculuk yetmeliydi. Gidip “Kral dairesi”nden, neden “Kraliçe dairesi “değilse adı, cinsiyetçi ölümlüler, bilet ve para çantamı almalıydım. Makyöz bir an odadan çıkınca aralık kapıdan boş koridora geçerek yavaşça sıvıştım.  Tam asansöre bindim iki kat çıktım ki asansör aniden durdu.  İçerisi bir anda tanrılık laciverdine kesti. Duvardaki telefon çalmaya başladı, kahretsin! diyerek açtım. “İkizin Ela aslında bir şair ve öldürülmek üzere git onu bul, kurtar.”

Nerede diyemeden Kavafis’in sesi, sinyal sesine dönüştü.

Tanrılık protokolü çalışmıştı. Bir şair zor durumdaydı ve ona en yakın tanrı ya da tanrıça dizelerin sahibini kurtarmalıydı?

Alaca kelebek çantanın üzerinde, çanta yatağın üzerindeydi. Barok döşeme muhteşem odaya baktım daha doğrusu muhteşem cep sarayına, derin bir ah geçirdim. Aşağı indiğimde Arda kaslı esmer gövdesi ve parlak siyah saçlarıyla yaşayan tüm dişileri büyüleyerek omuz hizamdan geçti. Bir ah da ona havalandı. Bana çapkınca göz kırpıp “Hadi Ela, çekim başlayacak” dedi. Yani iki öpüşüp üç sevişemeden yaz geçer mi? Ona baktım, havuza baktım, garsonun tepsisinde geçen renkli kokteyllere sonra plaj çantalarını omuzlarına atmış süzülen, bilekleri boğumlu kadınlara ve onların ölümlü şanslarına baktım.

Nerede olduğunu bilmediğim fani ikizim için begonvil rengi bir yaz tatilini uğurluyordum. Kapıdan yılgın bir kabullenişle çıkarken kararımı vermiştim şiir de şair de tanrıçalık da bu yaza kadardı. Dönüşte tanrıçalıktan istifamı isteyecek, bir tanrıça kokteylinden bir Arda’dan yudumlayarak sonsuz yazlar geçirecektim.