Nilüfer Yıldız Şendur
Alana, gün doğmadan odasına dönerdi. Uzun tırnaklarıyla yapamadığı tüm işleri, odasının kapısında boylarına göre sıraya dizdiği hizmetçi albıslara yaptırır, kendisi o uzunlukları büyülerini yapmak için kullanılırdı. Kızıl saçlarının dalgalarını savurarak yürüyorsa canı sıkkın değildi ve buna pek rastlanmazdı. Ola ki saçlarını belik örer de iki yanına sarkıtırsa tüm çocukları yanına yaklaşılmaması gerektiğini bilir, ona göre davranırdı.
Sarısaç ve Karasaç, özellikle saçlarının örgülü olduğu günlerde Alana’nın iki yanında ve birer adım gerisinde yürür ya da uçar, diğer albıslarsa başlarını kaldırmadan onun hiddetinin geçmesini beklerlerdi. Çünkü Alana hiddetlenince gece daha bir karanlık, hava daha bir puslu, rüzgâr daha bir uğultulu olurdu. Kanlı gözlerinden bazen irin akardı; bazen kırmızı, çok nadiren de sıradan insanlarınki gibi gözyaşı dökülürdü. Hangisinden daha çok korkmak gerektiğini vazgeçemediği iki fedaisi de dahil olmak üzere hiçbir albıs bilemezdi.
Albıslar üstlendikleri görevlere göre adlar alırlardı. Oda albısı, kapı albısı, aş albısı, süs albısı, yardımcı albıslar, koruyucu albıslar ve diğerleri sadece ama sadece Alana’dan korkarlar, aralarında çıkacak tartışmaları ona taşımadan halletmeye çalışırlardı. Bilirlerdi ki Alana duyarsa haklı haksız ayrımına girmeden tarafların tamamı cezalandırılırdı. Boyları uzun, ince yapılı, zarif ve güzel görünen albısların saçları daima uzundu. Yalnızca Alana’nın cezasıyla kesilmiş olanlar kısa saçları uzayana kadar ortalıkta görünmezdi. Herhangi bir takı takmaları yasaktı, alınlarına çizilen işaretlere göre konumları belirlenirdi. Alana izin verirse yanaklarına ve bileklerinin içine de desenler çizdirebilirlerdi.
Toybadım Irmağı’nın kenarındaki yaşlı söğüt ağacının gövdesinde saklanan büyülü kapının açılması için kutsal sözcüklerin fısıltıyla söylenmesi gerekirdi. Dalların arasına gizlenen ağaç iyelerine “Bu kapıyı herkes görsün, gelen geçene yolu açın.” emri verilirdi her seferinde. Onlar da oymalarına yılanlar, aynalar, develer saklanmış kapıyı gizlemek için söğüdün dallarını sallar, yapraklarını çoğaltır, ne olur ne olmaz diye de girişte nöbet tutarlardı. Ne de olsa iyeler, söylenenin tersini yapmakta mahirdi.
Kızıl, uzun, dalgalı saçlarını savura savura yaklaşan Alana’yı gören Söğüt İyesi, dal şeklindeki elleriyle vücudundaki kılları düzeltti, akşamdan kesmeyi unuttuğu dudaklarının altındaki yaprakları diliyle yaladı. İki siyah boncuğa benzeyen gözlerinin üzerindeki yeni filizleri temizledi, toprağın altında kalsa kök denecek ama gelip yüzüne yerleştiği için burun denen kabuğu şöyle bir sıvazladı, pütür pütür dökülmesine de eline gelen özsuyun çamur gibi kokmasına da aldırmadı. Alana’nın arkasında bıraktığı kırmızı izlere dikkatlice baktı. Kızıl eteğinin ucundan dökülen sular mı kırmızı görünüyordu, tırnaklarının arasına dolmuş kan mı toprağa damlıyordu, anlayamadı. Başını öne eğdi, dallarını birleştirdi, şu dizeleri mırıldandı,
Çıla lüyübü pıka çıla
Luyo lesüs yacıtıraya
Sınyan tünbü larşıkı nao
Larbısal sinzildi layo
Kapının üzerindeki oymaların en dışında kalan yılanlar saat yönünün tersine dönerek kıvrıldı, kıvrıldı ve ağaç dallarından ikisine kuruldu. Aynalar ay ışığını yansıtmamaya çalışıp, kenarlara çekilerek yılandan kalan boşluklarda küçük geometrik şekiller oluşturdu. Oymaların ortasındaki develerden biri başını sağa, diğeri sola çevirdi. Her ikisi de uzun bacaklarını kıvırdı, dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerinin üstündeki üç kapağı da açarak Alana’yı karşılamaya hazırlanan develerin arasında bir metre kadar yarık oluştu. Söğüt İyesi yana çekildi, birkaç kabuğunu dökme pahasına eğildi. Alana yaklaştı, yılanlar tıslayıp soludukları kokudan şikâyet etti, aynalar kırılmamak için direndi ve develer burun deliklerini kapatmayı ihmal etmedi.
İri gözlerini önce yılanlara çeviren Alana, “Keşke insanlar sivrisineklerin sizden daha ölümcül olduğunu bilseydi… Ne tuhaf, kıymetinizi bilmedikleri gibi sizi öldürdükçe etraflarının farelerle dolacağını görmüyorlar,” diyerek yılanların sarktığı dalların arasından geçti. Parmaklarına ve dahi yüzüklerine bulaşan kanı önemsemeden, “Havva’yı yoldan çıkaran sizmişsiniz, Havva’nın hiç suçu yokmuş gibi davranmayı bırakırlar mı sizce, beni anlamayı ve sevmeyi öğrenirler mi,” diye sordu. Yanıt beklemeden ilerledi. Aynalarda görecekleriyle karşılaşmayı asla istemezdi. Başka varlıkların gözünde muhteşem olan yüzü kendine, aynada içi irin dolu sivilcelerle kaplı görünürdü. “Bir gün ben de kendimi herkesin gördüğü gibi göreceğim,” dedikten sonra bakışlarını develere çevirdi. Onlardan uzundu, kalın dudaklarını kıvırdı, “Var mısınız benimle güreşmeye,” dedi.
Develerden sağdaki “Oysul Han’dan izin almadan olmaz,” diye yanıtladı. Soldaki ona bile tenezzül etmedi.
Kısacık yolu küçük ayaklarını sürükleye sürükleye bitirmeye çalışan Alana, ağaçtaki boşluktan içeri süzüldü. Odasına gidene kadar Erlig’i düşündü. Yine onun dolduruşuna gelmiş, olmadık işlerle ellerini kirletmiş, yönetimindeki albıslara rahatlıkla yaptırabileceği iş için küpünü bırakıp dışarılarda dolaşmıştı. Karanlığın en koyu olduğu saatlerde pelerinini savura savura yürümüş, kazara görünmeye çalışan yıldızların ışığını o pelerinin altına saklamış, bir şaşkınlık anında parlama cesareti gösteren ayı da sağ avucuna saklamıştı. İşi bitmiş, alınması gereken canı almış, sarayına dönmüştü. Odasına girmeden hemen önce bütün duvarları inleten, ışıkları titreten sesiyle Sarısaç’ı çağırdı.
Koridorlardan seke seke gelen bir keçi Alana’nın odasının önünde durdu. Sağ toynağını yere bir kere, sol toynağını iki kere vurdu. Bir anda her yeri sis sardı. İçinde sarışın, yeşil gözlü, pembe küçük dudaklı, uzun kirpikli, kalemle çizilmiş gibi kusursuz kaşlı, muhteşem güzellikte bir kadın belirdi. Sarı elbisesinin yerleri süpüren eteklerini çekiştire çekiştire Alana’nın karşısına geldi. Sol dizini bükerek selam verdi. “Beni çağırdınız Alana, sizin için ne yapabilirim,” diye sordu.
Alana, yüzyıllar sonra yapılacak kazılarda bulunacak kadın ve çocuk cesetlerini saklama işini yapan Sarısaç’a baktı, “Ne yapman gerektiğini biliyorsun, bir an evvel hallet,” dedi.
Sarısaç odadan çıkarken Alana, topuzları kristalden, sırtı mor kadifeden, kollukları eski zaman ağacından yapılmış koltuğuna emaneten oturdu. Oda albısı kapının dışında bekliyordu, ona seslendi. Bakışlarını yerden kaldırmadan Alana’ya yaklaşan albıs, sesindeki titremeyi saklayamadan “Buyrun hanımım,” diyebildi.
“Elbiselerimi çıkarmama yardım et! Sonra da bana hamamı hazırla!”
Albıs ilk kez bu kadar sakin bir sesle emir almış, ne yapacağını şaşırmıştı. Üzeri koyun postuyla örtülmüş yatağın karşısındaki dolabın kapaklarını açtı, kırmızı bir elbise ve temiz havlular çıkardı. Elbiseyi yatağın üzerine bıraktı. Alana’nın yanına geldi, beline kadar uzanan parlak saçları çekerek elbisenin düğmelerini açtı. Bembeyaz teni titriyordu, bir cesaretle “İyi misiniz hanımım, titriyorsunuz,” derken elbiseyi omuzlarından aşağıya doğru sıyırdı. Önüne geçip ayaklarının dibine kadar inmiş kumaşı top yaptı, kapıya yönelmişti ki Alana, “Onu ateşe at çocuk, bir daha giymeyeceğim,” dedi.
Ateşe atılan elbiseden olsa gerek alevler kızardı, odaya puslu ve ağır bir hava çöktü. Sıcaklık arttı, hamam suyu ısındı. Oda albısı küveti doldurdu. Alana çırılçıplak bedenini zorla taşıyan minik ve ters ayaklarına baka baka ilerledi, kendini sıcak suyun güvenli kollarına bıraktı, “Dışarı çık ve ben gel demeden de gelme, ne duyarsan duy kapıyı açma, sadece gel dersem içeri girebilirsin, unutma!” diyerek hizmetçiyi yolladı.