BİR AKDENİZ GALEYANI


İsmail Cem Doğru

Akdeniz sıcaklarının insaf surlarını aşıp mantık sınırlarını sulandıran coşkusu artık tırmanışa geçmişti. Güneşin, başka diyarlarda kısıtlandığı, baskı ve zulme uğrayıp yeteneklerini sergileme şansı bulamadığı için saklamak zorunda kaldığı ışınlarını, Akdeniz’e gelince özgürlüğün tadını çıkarırcasına boşluktan aşağı bırakarak üstümüze salması, biz ona kalbimizi açmışken onun psikolojik sorunlarını üstümüzde onarmaya çalışmak konusundaki ısrarı, bizde derin kırılganlıklar yaratıyordu. Her Akdeniz insanının güneşten alacağı vardı ve güneş hiçbir zaman borcuna sadık olma ihtiyacı hissetmiyordu.

Kış gölgesini göstermişken, okul yollarında ıslanıp üşümenin yarattığı öfkeyle yazı özleme gafletine düştüğümüzde başımıza gelecekleri düşünmeden hayallere dalmış oluyoruz. Eylül dönüşü tatilde yaptıklarını anlatırken dinlenmek için bir tatile daha ihtiyaç duyduğu her hallerinden belli olan arkadaş görünümlü düşmanların bir türlü bastırılamayan tatil özlemleri bizi de galeyana getiriyordu. Yaz tatilinin geleceği güne kadar tatil yapacak arkadaşların heyecanını paylaşsak da sıcaklar yüzünü gösterdiğinde biz de kendi gerçeğimizle yüzleşiyorduk.

Babam bir elektrikçi ustasıydı ve tatil demek benim için şantiyede zaman geçirmek anlamına geliyordu. Çimento kokuları, çalışabilmek için birbirine yol açabilmeleri için çalışması gereken ustaların egosantrik manevraları işveren için bir travmaya dönüşebiliyordu. Kalıpçının demirci ustasına, sıvacının tesisatçıya varlığını kanıtlama çabası duvarların neden dilsiz olduğunu yeterince anlatıyordu. Duvarların dili olsaydı evinizde huzurunuz kalmazdı muhtemelen. Yıllarca anlatır dururlardı ustaların aralarındaki savaşlardan çektiklerini.

Departman ayırımı olmaksızın her şantiyeci iki fikre sıkı sıkıya sarılırdı. “Ben olmazsam bu inşaat olmaz” ve “Benim dışımda kalan tüm ustalar yeteneksiz” gibi iki temel düşünceyi kanıtlamak için birbirinin işine zarar vermeyi göze almış ustalar bile tanımıştım. Yine de bitmiş bir şantiyenin mutluluğu hiçbir şeye değişilmezdi. En küçük bir hatayı bile gurur meselesine dönüştüren yüksek egolu ustalar, neşesini hiçbir zorluğun kaçıramadığı emekçiler, hayatını şantiyelerde geçirmesine rağmen kendini oraya ait hissetmeyip keşfedilmeyi bekleyen melankolikler… Kızlarla yüzmek yerine kendisine dayatılan şantiyede yeniden kışın geri dönmesini beklemeye mecbur olan ben… Şantiyeden kendini kovdurmanın formüllerini oluşturmaya çalışırken daha derin kökler salan ben… Dolayısıyla herkes büyüyünce bir şey olmak istese de benim sadece ve acilen büyümem gerekiyordu. Ne olacağımdan bağımsız olarak bir an önce büyümeliydim. Ne olunacağına daha sonra da bakılabilirdi. Ama hızlıca büyümem gerekliydi.

Büyümenin yollarını sorguladığımda herkes bunu kendince bir matineye dönüştürmüştü. Annem popoya yerleştirilecek bir hava pompasının bu işi çözeceğini söyleyip eğlencenin fitilini ateşlemişti. Oysa ben ciddiye alıyordum bu durumu. Babaannem olaya en temiz duygularla yaklaşan kişiydi. Yemek yersem büyüyeceğimi söylüyordu. Yani on iki yaşında bir çocuğu kandırırken kendini pek güncellememişti. Hemen herkes neden acilen büyümem gerektiğini sormadan saçma sapan cevaplar veriyordu. Yok efendim hemen büyünemezmiş de, biyolojik durumlar varmış da, genetikle ilgili bir konuymuş da, zamanı geldiğinde büyüyecekmişim de. Oysa kızlar elden gidiyordu, nasıl olurdu da büyünemezdi? Üstelik henüz elde de değillerdi. Gerektiğinde yaş atlama hakkı verilmemiş bir hayat, hayat mıydı sahiden?

Kızların günahlarını da görmezden gelmenin imkânı yoktu. Beni fark etmemiş olmalarını doğanın kanunlarıyla açıklamak nasıl mümkün olabilirdi ki. Onlar gitti gider bir edayla saçlarını sağa ve sonra sola savururken ben henüz o yaşımda tüm siyasi eğilimlerden kaçmak ve her birinin kollarında saklanmak istiyordum. Onlar beni kollarında saklarken ellerimle içerilerde usulcacık ilerlerken sote bir yer bulacağıma öyle inandırmışım ki kendimi. Bu konuya dair henüz hayat bana tanıklık olanaklarını açmış olmasa da benim bulacaklarıma dair güçlü tahminlerim vardı.

Güneşten alacaklıydım ama babamın şantiyelerde geçen hayatına beni ortak etme isteği alacakları tahsil imkânı tanımıyordu. Ama ne kabloları bozmam işe yarıyordu ne alçıyı dökmem. Ne ağlayarak diş geçirebiliyordum ne de annemi üstüne salmam durumu değiştiriyordu. Bir defasında dayanamaz diye babama ödevim olduğunu ve şantiyeye gidersem ödevimi yapamayacağım için öğretmenle sorun yaşanabileceğini etkili bir dille anlatmış ve onun bu önemli durumdan etkilenmesini ummuştum.  Meğer yaz tatillerinde okula gidilmediğinden babam da haberdarmış. Ne yapsam babamın okul dışındaki zamanları şantiyede geçirmemi istemesine engel olamıyordum.

Babamın işiyle ilgili sevdiğim şeyler de vardı elbet. Örneğin işten eve dönmesi ve şantiyelerin bitirilip teslim edilmesi gibi aktivitelere bayılıyordum. Ama her seferinde bir yenisinin başlayacağını unutarak teslim edilen bir şantiyenin ardından sevinç çığlıkları atmamız, hiç kuşku yok ki güneşin üstümüzdeki deneysel çalışmalarının beyin hücrelerimizde bıraktıklarına ilişkin bir durumdu.

Ağustos ayıydı ve sıcaklar bir yetenek gösterisini aşmış, kontrol düğmesi bozulmuş bir fırının içinde yaşıyormuşuz gibi bir hisle bizi türlü türlü hallerle sınıyordu. Güneşin üstünden zengin çocuk şımarıklığı akıyordu ve biz hakkımızda verilecek fermanı bekliyorduk. Bitmiş şantiyenin zafer sarhoşluğu etkisi geçmeden yine diğer şantiyeye geçmemiz emredilmişti. Üstelik bu seferki denizin kıyısına birkaç adım uzaklıktaydı. Yani tanrının açlıkla sınarken sınavı zorlaştırsın diye bulunduğunuz yere bir restoran açılmasına izin vermesi gibi bir şeydi bu. Sıcaklar lastiği patlamış kamyon gibi üstümüze gelirken, ötede deniz yeryüzünü güzelleştirdiğinin farkına vardığından olacak etrafına topladığı onlarca güzel kızla bu durumun tadını çıkarıyordu.

Yeni şantiye büyüyünce dört katlı bir apartman olacaktı ve bu haliyle bana çok benziyordu. Bana ‘şantiyeye gitmek ister misin’ diye soran olmadığı gibi onun da apartman olmak isteyip istemediğini umursayan yoktu. Neden yirmi bin nüfuslu bir ilçenin ücra noktasında dört katlı bir apartman olmak isteyesiniz ki. Onun da gösterişli bir iş merkezine dönüşmeye ya da müşteri garantili bir yap-işlet-devret yatırımı olmak gibi bir hakkı yok muydu? Hayat neden bu denli adaletsizdi? Yoksa güneşin altında biraz fazla mı kalmıştım?

İnşaatlar kuşların konmaya korktukları yerlere yapıldığından şantiyelerde yoksunluk masalları her defasında yeniden yazılırdı. O yıllarda bir Anadolu kasabasında şantiye işleri amatör bir düzenek içinde yürütülmekteydi. Elektrik ihtiyacı dahil tüm gereksinimleri dilenerek edinmeye çalışmak gibi bir gelenek söz konusuydu. Ama bu sefer şanslıydık. Çünkü inşaatın sahipleri yeni apartmanlarında yaşamak için sabırsızlanan ve hemen yan tarafta bulunan kiremit çatılı briket evde yaşayan bir aileydi.  

Evin babası Galip Amca orta yaşlı, bize sevimli, ailesine zorba bir adamdı. İki oğlu, dört kızı ve eşiyle yaşayan Galip Amca gün karanlığı teslim almadan evinden çıkan bir denizciydi ve bize her ihtiyacımız için kendisinden yardım isteyebileceğimizi söylediğinde aslında kendini kastetmiyordu. Bize sınırsız özgürlük tanıdığı alanda hizmeti eşi ve çocukları vermek zorunda kalacaktı. Haliyle modern inşaatın yanındaki devrilmek üzere olan bir şarapçıyı andıran kiremit çatılı briket ev, istenmediğimiz ve her gün gitmek zorunda kalacağımız bir kapıya sahipti. Tüm ekip o kapının ıssız yüzünü fark ettiğinden şantiyenin yazılı olmayan kurallarını işletmiş ve “ayak işlerini en küçük personel yapar” kanunundan hareketle o kapıyı her gün benim çalmama karar verilmişti.

Her şeyden önce elektrik enerjisine ihtiyacımız vardı ve birinin o enerjiyi taşıyacak kabloyu Galip Amca’nın evine götürmesi gerekiyordu. Şantiye meclisi bu tehlikeli görevi yerine getirirsem ‘gazi’ unvanını alacağımı söyleyerek beni ilk karşılaşmaya hazırlamıştı. Kim bilir kapıyı kim açacaktı. Kim bilir hangi sevimsiz gözler bana istenmediğimi hissettirecekti.

Ülkenin geleceği için büyük bir adım atıyormuş gibi mağrur bir edayla kapıyı çalmıştım. Ama beni asık suratlı bir insan yerine daha önce yaratılmadığına yemin edebileceğim iki bacak ve onları taşıyan iki parmak arası terlik karşılamıştı. Kaliteli bir döküm atölyesinde hazırlandığı her halinden belli iki narin ayak üstüne oturtulmuş, tornadan çekilmiş iki bacağın üst tarafında gövde olabileceğini düşünememişim. Büyüleyici bir sesin “buyurun” deyişiyle başımı kaldırdığımda altın sarısı saçların yaz sıcağını teslim almaya aday pespembe iki yanağın ortasına yerleştirilmiş gülümseyen dudaklar, tanrının bizden neleri esirgediğini kanıtlayan küçük bir göstergeyi andırıyordu. O evde gözümüzü korkutan her asık suratlı ifadeye muhalif tavrıyla kalbimi avuçlarına almıştı Tanya. “Dostum, biz burada yabancıları hiç sevmeyiz.” tadındaki ifadeleri yüzünden hiçbir çalışan o eve gitmek istemese de evin en küçük kızı Tanya’nın varlığı bu mayınlarla dolu yolun korkutucu etkisini ortadan kaldırmıştı.

Her gün gönderildiğim o kapının sadık neferiydim artık. Ama kapıyı genellikle başkaları açıyordu. Sabahın erken saatlerinde teknesiyle balığa çıkan ve genellikle iyi hasılatlarla döndükten sonra gün kararmadan mangalı yakmaya başlayıp yanına rakısını, mezesini ve pişireceği balıkları koyan Galip Amca’nın çektiklerimden pek haberi olmuyordu. Tanya’nın tüm gökyüzünü kaplayan gülüşünü saymazsak Galip Amca yokken işkenceyi eşi ve çocukları yapmakla yükümlüydü. Kapıyı bazen sevimsiz oğullar açsa da genellikle beni karşılayan Besime Teyze oluyordu. Oysa benim o kapıyı açmasını beklediğim kişi onların hiçbiri değildi. Yedide bir şansım vardı ama zarlar hileliydi muhtemelen. Evin büyük oğlu kapıyı açınca ne dediğimi dinlemeden içeri giriyor ve annesini gönderiyordu. Küçük oğlu kapıyı açtığında ise Tanya için nelere katlanmak zorunda kaldığımı yeniden hatırlamak durumunda kalıyordum. Evin küçük oğlunun da bir adı vardı elbet. Ama neden bilmem ona Cerumaya diyorlardı. Bu onun lakabıydı ve babası dahil herkes ona öyle sesleniyordu. Getir götür işlerini tek başıma üstlenmeyi kabul etmemin tek sebebi Tanya’yı yeniden görme ümidiydi. Ama nedense kapılarını her çaldığımda “Seni burada görmicem ulan” diyen Cerumaya’yı daha fazla görüyordum. Cerumaya benimle aynı yaştaydı. Ama dünyaya gelme kuyruğunda yüz elli yıl fazladan bekletilmişçesine öfkeliydi kendi kuşağına.

Cerumaya’nın tehditleri evlerinin sınırlarında işlevsel bir argümana dönüşse de şantiye sınırlarında kendimi daha güvende hissediyordum. Üstelik binanın en üst katı denizi çok net görüyordu. Her sabah erken saatlerde bikinisiyle evden çıkıp denize yürüyen Tanya’nın sırtı dönük sahile dek yürüyüşünü, terliklerini bir kenara bıraktıktan sonra üstündeki havluyu katlayıp terliklerin üstüne bırakmasını ve suyun içine girerken yavaş yavaş kayboluşunu can çekişerek izliyordum. Evlerinden kumsala açılan kapıdan çıktığı andan itibaren Samandağ sahillerinin coşkusu, yerini bir saygı duruşuna bırakıyor gibiydi. O evden suyun kumlarla birleştiği alana dek açılan dehlize baktığında gözü kamaşmayanın göz doktoruna gitmesi önerilmeliydi. Tanya’nın ışıltısı güneşi dahi kıskandırmış olacaktı ki o denize indiğinde güneş daha bir öfkeyle çöküyordu sahilin üstüne ve etrafta denizle kumsalın mutluluğunu çıkaran insanlar ben, Tanya ve güneş arasında yaşanan savaşların farkına bile varamadan cahil cahil yüzüyorlardı.

Ah Tanya…  Evinden çıkıp denize yürürken neden havluyu vücuduna sarar ki bir insan. O havlu güzeller güzeli Tanya’nın rüyalarımı süsleyen teniyle aramıza giren bir düşman gibi yıllarca nefretimi kazanacağından habersiz öylece duruyordu o narin tenin dolaylarında. Sonra sudan çıkışını, kurulanmasını, Allah’ın belası havlusunu beline vücudunu hapseder gibi sarışını ve eve kadar yeniden bir kuğu gibi süzülüşünü izlerken babama çok kızıyordum. Ne vardı şurada on yıl önce gelişime zemin hazırlasaydı. Islanmış saçları, suları güzelliğinden utandıran mavi bakışları ve harikulade hatlarıyla girerken yaşam pınarı olduğu plajın, çıkarken ölüm emrini veriyordu, ama ölüm Allah’ın emriydi. Evlilikler de Allah’ın emri değil miydi? Neden on iki yaşında bir çocuğun evlenmesi için büyümesi gerekiyordu, neden hemen büyünemiyordu, koca Samandağ’da başka kız kalmamış gibi neden Tanya’yı istemeye gelirlerdi.

Babam şantiyenin deniz kıyısında olduğunun da farkındaydı, aylardan Ağustos olduğunun da… Bu yüzden çeşitli kurallar getirmişti. Paydos saatini biraz erkene çekmiş ama gün içinde yüzülmesini yasaklamıştı. Tanya yüzerken ben gidemiyordum. Ben yüzerken Tanya ev işleriyle uğraşıyordu. Ne talihsiz bir hayattı bu.

Saat dörtte paydos edince soluğu denizde alıyorduk. Samandağ’ın dalgalı sularını gizli bir el sürekli tuzluyormuş gibi bir yandan gözlerim yanıyor diğer taraftan bir devasa leğenin içindeymişiz de biri sürekli o leğeni sallıyormuş gibi coşan dalgalarla boğuşuyorduk. Yüzme bilmediğim için dalgalardan kaçmayı kendime yüzme aktivitesinin uygulaması olarak belirlemiştim ve dalgalardan kaçarken bir yandan gözüm güzeller güzeli Tanya’ı arıyordu. Ama gelmiyordu Tanya. O saatlerde bir türlü gelmiyordu. Tanya denize girdiğinde beni yanına salmayan babam büyümeme de izin vermiyordu. Nasıl bir babaya düşmüştüm anlamak mümkün değildi.

Hadi babamla baş ettik diyelim. Cerumaya’yı ne yapacaktık? Adam beni gördüğünde azgın bir pitbula dönüyordu. “Sana buraya gelmeyeceksin demedim mi ulan kereste” derken onu evdeki dört kişi tutuyordu ve benim de ödüm kopuyordu her defasında. Ama korktuğumu belli edemiyordum. Serde Tanya’ya madara olmak vardı. Bu yüzden Cerumaya bana ne zaman saldırmaya kalksa birinin onu tuttuğunu bildiğim için hemen gözlerimi kısıyor, ellerimi birbirine bağlayarak o zamanlar henüz olgunlaşmamış basbariton ses tonumla “Gebereceksin pis leon” demek istiyordum. Hatta içimden diyordum da. Ama o çok sevdiğim replikleri içimde tutsam da Cüneyt Arkın duruşumu bozmuyordum. Tanya’nın bu duruşuma âşık olduğundan o kadar emindim ki… Ama herkes Tanya değildi. Şantiyenin diğer çalışanları, azgın bir kaplan gibi her an üstüme saldırmayı bekleyen Cerumaya karşısında kollarımı bağlayıp kafamı sallamama çok kızıyorlardı. “Ulan, Cüneyt Arkın gibi dura dura bir gün dayağı yiyeceksin” diyorlardı ama Cüneyt Arkın dayak yemezdi. “Artık ağzının yerini biliyorum” diyerek ağzına ağzına vurmak istiyordum Cerumaya’nın. Ama adam o kadar hareketliydi ki ağzı da yerinde durmuyordu.

O sabah da Tanya yine yüzmeye gittiğinde, suya girip gözden kaybolduğu ana kadar kendisini izleyip bir taraftan büyümek için planlar yaparken bulmuştum kendimi. Şenol Usta dayak yememden çok korkuyordu. Çünkü bunu babama nasıl anlatabileceğini pek bilmiyordu. Bense Tanya’nın sahilden dönüşüne daha yakından tanıklık etmek için Şenol Usta’ya Galip Amca’nın evinden bir şey alınması gerekip gerekmediğini soruyordum bir yandan. Niyetim Tanya eve girerken o kapıda bulunmak ve denizden çıkmış halini mümkün olan en yakın mesafeden görebilmekti. “Su bitti, su getir” demişti Şenol Usta. Ama suyu getirmek için Tanya’nın dönüşünü bekleyeceğimi hesaplayamamıştı.

Çok sürmeden ufukta bir alev topu belirmiş, Tanya eve dönüşün fitilini ateşlemişti. Öyle bir zamanlamayla inşaattan çıkmıştım ki, ben çalmak üzere kapılarına dayandığımda Tanya da arkamda belirmişti. Bedenini saran havluya saçlarından damlayan suların yarattığı nefis görüntüye öyle kapılmıştım ki çaldığım kapıda “ne lazım evladım” diyen Besime Teyze’yi duyamamıştım bile. Besime Teyze’nin seslendiğini, ama benim onu duymak yerine kendisini izlediğimi fark eden Tanya bana bakıp gülümseyerek ve saçlarımı okşayarak içeri girmişti. Gözlerimi ayıramadığım Tanya içeride kaybolmadan hemen önce beliren Cerumaya her zamanki öfkesiyle “niye geldin ulan” diyerek saldırmaya kalktıysa da yine içeriden birileri tarafından tutulmuştu. Bu defa Cerumaya’yı panikle tutanlardan biri de içeri girer girmez havlusunu üstünden atıp muhtemelen banyoya yönelen Tanya olmuştu. Avını parçalamak isteyen bir ejderha gibi üstüme saldırmak isteyen Cerumaya’yı fark eden Tanya son anda banyoya girmekten vaz geçip o da Cerumaya’yı tutmuştu. Ama ne mutluluktu ki ilk defa onu bikiniyle hem de bu denli yakından görmüştüm. Cerumaya saldırıya geçince her zamanki kısık gözlü pozisyonumu alıp, ellerimi bağlayıp Cerumaya’ya ondan korkmadığımı gösteren bir ifade takınarak “döverim ulan seni” derken bir yandan da Tanya’yı izlemekten kendimi alamıyordum.

O sırada ne olduysa kendisini kavrayan dört kişiye ait sekiz elden kurtulan Cerumaya’nın üstüme atılmasıyla kendimi yerde bulmuştum. O çocuk, ellerinden kurtulduğu insanların tekrar kendisini yakalayıp üstümden almaları arasında geçen yaklaşık otuz saniye içinde ağzımı ve yüzümü nasıl paramparça edebilmişti hala aklım almıyor.

Yaz bittiğinde biz de Galip Amca’nın dört katlı evini teslim etmiş ve şantiyeden çıkmıştık. Cerumaya dangozu façamı bozunca bir daha evlerine gidip bir şey almak da istememiştim, Tanya’ya görünmek de. Ama görünmezlik henüz icat edilmediği için bir şekilde Tanya’yla da kardeşleriyle de karşılaşıyorduk. Galip Amca yaşananlardan dolayı üzgün olduğu için Cerumaya’ya günlerce evden çıkmayı yasaklamıştı. Ama herif pencereden de görse tehditlerini sürdürüyordu. Galip Amca bir şeyler yapmak için çok geç kalmıştı. Oysa karısıyla konuşup Cerumaya’yı hala kürtajla aldırabilirlerdi.

Cerumaya kerkenezi evin saygısını kazanmış olacaktı ki ağabeyi beni her gördüğünde “aferin, iyi dayak yiyorsun” diyordu. Tanya ve ablaları da ne zaman yüzümü görse fısıldaşıp kahkahalar atarken zaten çirkin bulduğum ablalar daha da çirkinleşirken Tanya ise nedense bu defa gözüme daha çilli görünüyordu. Üstelik basenlerini daha selülitli bulmaya, saçlarının çalı süpürgesiyle benzerliklerini fark etmeye başlamış, kilolu ve göbekli olduğu yönünde yeni inançlar geliştirmiştim. Samandağ sahillerinin kenarındaki yıkıntılar ve kirli görüntüsü de yaz aylarını daha sevimsiz gösteriyordu artık. Yüzmek, daha doğrusu dalgalarla boğuşmak da anlamını yitirmişti.

O günden sonra kentin tüm kadınları, hatta televizyon yıldızları da dahil tüm kadınlar daha çirkin görünmüştü gözüme. Büyüyeceğim zamana dek kadınlar biraz daha güzelleşir miydi? Şu büyüme işini mümkün mertebe geciktirmek gerekiyordu. Kadınların bu gözler açısından yeniden güzelleşmesi için, belki de yüzlerce yıl geçmeliydi.