YARIM ASIR SANCISI


İsmail Cem Doğru

Yaklaşık otuz yılımı verdiğim şirketin çalışmaya başladığım ilk günden bu yana sürekli reddettiği isteğimi bugün kabul etmesi beni endişelendiriyordu. Aslında şimdi koridorları mutluluk gözyaşlarımla ıslatıyor olmam gerekirdi. Oysa koridorlar kupkuruydu ve yüreğim ise henüz bir tepki vermemişti.

Bunca yıl dünyanın en cazip ülkelerinde yapılan tanıtım toplantılarına gövdesi kafasıyla uyumlu bulunduğu için sınırsız övgülerle kuşatılmış vitrin mankeni gibi adamlar gönderilmişti. Ne bilgileri ölçülmüştü ne de başarıları göz önünde bulundurulmuştu. Geniş omuzları, kaslı ve dar kalçaları eşliğinde gözlerini kısarak paylaştıkları yalancı bir gülümseme her şeyi çözmeye yetiyordu. Vücutlarını pazarlayarak bir yerlere geldikleri konusunda kendimi çoktan ikna etmiştim. Ama her defasında birbirinden güzel, birbirinden alımlı kadınlarla muhatap olmaları benim tezimi çürütse de inançlarımı asla eksiltmiyordu. Günün birinde çirkin bir kadına denk gelecekler ve fizikleriyle bir yerlere geldiklerini kanıtlayacağım diye umutla beklediysem de her kombinasyonun en zayıf halkası olmaya devam ediyordum. Bu şirketin bir gün benden çirkin bir çalışana ya da müşteriye sahip olmasıyla ilgili ümidimi hiçbir şey elimden alamazdı.

Adına bilgi dedikleri içeriklere hayat verdiğim halde beni o ülkelere göndermeyi bir defa bile düşünmemişlerdi. İlk yıllar ne çok itiraz ve isyan etmiştim bu duruma. Ancak sevgili patronum beni göndermemeyi ülkemizin estetik imajını koruma gerekçesiyle açıklayıp bunu bir idam mahkumuna idam gerekçesini yüzüne okur gibi söylediğinde ülkeme hizmet etme aşkımı ve şevkimi de elimden alacağını sanmış ve yine yanılmıştı. Her reddedildiğimde “Siz kaybedersiniz” diyerek son sözümü söyleyip pişmanlıkla arkamdan gelinmesini beklemiştim. Ama gelen olmamıştı haliyle.

Kalbimin sahibi bu ülke sınırlarında değildi. Beni o kas yığınlarının gittiği ülkelerin birinde beklediğine yürekten inanmıştım. Bu ülke sınırlarında olsaydı elli yıl içinde beni çoktan arayıp bulması gerekirdi. Hadi benim için gelmedi, hiç olmazsa annemin bıraktığı bilmemkaçıbiryerdegiller ve iki caddenin kesiştiği yerdeki tüm odaları güneş alan evim için gelirdi hiç olmazsa. Yoksa anneciğimin şans getirsin diye daha ilkokul yıllarında boynuma taktığı okunmuş gümüş kolyemi çıkararak büyük bir hata mı yapmıştım. Belki de yalnızlığımın suçunu kime yükleyeceğimi şaşırmış bir halde herkese kabahat yükleme gayretindeydim. Onu uzun süre önce hiçbir işe yaramıyor diye boynumdan çıkarmıştım ama bu kez unutmamak için akşamdan takmıştım kolyemi. Zaman içinde zincirleri üç dört katına çıksa da kolye aynı kolyeydi ve tüm koşulları yerine getirmeme rağmen hala yalnızsam bu benim kabahatim olamazdı. Bütün ülkenin ve özellikle kadınların kendini sorgulamasının artık vakti gelmemiş miydi? İşte kolyeyi de tekrar takmıştım.

O sabah yine kıymetimin bilinmesi ve beni bekleyen kişinin bulunduğu ülkeye gitmekle ilgili umutlar yüklenerek şirkete doğru yola revan olmuştum. Herkes gibi yola çıkmayı kendime yakıştıramadığım için revan olmayı tercih ediyordum. Kendi yolum, kendi kararımdı. Yeni tanıtım toplantısıyla ilgili kararın açıklanacağını öğrendiğimde ise yine o kas yığınlarından birinin adının açıklanacağını ve edeceğim itirazın toplantıdaki herkesi yine eğlendireceğini düşünmüştüm. Oysa patron bu seferki toplantıya benim gitmem gerektiğini söylemişti. Şimdi ne olmuştu da beni göndermek istiyorlardı. Bu kolye uğurlu muydu sahiden. Neredeyse on beş yıldır boynumdan uzak tuttuğum kolye beni cezalandırmış olabilir miydi?

Onca batı Avrupa ülkesinin sınırlarını koklatmayan, Baltık kıyılarına demiri geçtim, teneke dahi atmama izin vermeyen, bağımsız Sovyet ülkelerinin buzuna yüzümü sürdürmeyenler şimdi Moğolistan’a gitmemi istiyordu. Birbirinden alımlı hanımların yollarımı gözlediği zamanları kaybetmeme yol açan o sefil yöneticilerin kim bilir hangi tuhaf gerekçeyle bana itelemeye çalıştıkları bu saçma sapan görevi kabul edecek miydim? Tabi ki edecektim. Büyük olasılıkla gönderecek kimseyi bulamadıkları için görevi bana teklif etmişlerdi. Zaten beni bir Moğol prensesinin beklediğini de düşünmüyordum. Ama pireye kızıp yorgan yakarsam Moğolları beni tanıma şansından mahrum etmiş olacaktım. Kıyamadım.

Moğolistan hakkında çok ayrıntılı araştırmalar yapmış ve gezilecek yerlerin kocaman bir listesini çıkarmıştım. Üç aydan önce bitirmem mümkün değildi. Hem ben kanaatkâr bir insan olarak bir aya da razıydım. Ama şirketin gönderdiği çalışma dosyasında iki günlük tanıtım etkinliğinde bana Moğolistan’da kalacak otuz altı saat ayrıldığı yazılıydı. Üstelik etkinliğin yapılacağı otelde konaklayacaktım.

Eğlenceli bulmadıkları için gitmek istemedikleri o ülkeyi havaalanından otele kadar görme şansım olmuştu yalnızca. Ama geldiğim için mutluydum. Otel kaçıncı yüzyıldan kaldığını bilmediğim bir mimariyle ağırlıyordu konuklarını. Otel çalışanları da dahil tüm konukların Orta Asya kültürünü yeniden canlandıran kıyafetlerle dalaşması ayrı bir güzellikti. Kıyafet ölçülerimin neden istendiğini bu şekilde anladıktan sonra bana ayrılan ve bedenimin mevcut halini olduğundan biraz daha fazla gösteren o elim kıyafetleri üzerime geçirerek kokteylin yapıldığı salona inmiştim. Şirket beni yıllardır odamda bütün dünyadan saklarken muhtemelen bu görsel ayrıntılara sahip tek kişi olduğumu sandığı için böyle bir şey yapıyordu. Yoksa şirket haklı mıydı? Dünyanın geri kalanını pek bilmiyorum ama otelde benden bir tane daha yoktu. Herkes Yunan tanrıları gibi ortalıkta dolaşırken ben daha çok Budha heykelini andırmakla gurur duyuyordum. Tanıtım başlayana kadar ortalıkta endamımı arz ederek gösterime başlayabilirdim. Belki bu ömrün şanslı kadını bugün Moğol sınırlarında saklıydı. Neden olmasındı.

Etrafta onlarca kadın vardı ama kendilerini bana layık görmedikleri için ben, elimde viski bardağım ve puromla önlerinden geçtikçe baktıkları yön değişiyordu. Çekim alanım muazzamdı. Yaklaştığım herkesin yönünü değiştirme gücüme ülkemde de defalarca tanıklık etmişliğim vardı. Ancak bu defa farklı bir durum yaşanıyordu ve ilk defa karşıma bu gücümden etkilenmeyen biri çıkmıştı.

Uzun örgülü saçları ve pembe kaftanıyla bir yıldız gibi parlayan o kadının bakışları beni ürkütmüştü. Pembe yanakları ve bal damlayan dudaklarıyla adeta büyülenmiş gibi bana bakan o kadın sürekli beni süzüyordu. Daha önce bir kadın bana gülümsemiş olsaydı bu kadar çekinmem gerekmeyebilirdi. Ama yavaş yavaş üstüme gelen o afetin hayran bakışları karşısında şaşkınlığımı gizlemekte zorluk çekiyordum. Kolyenin intikamı böyle ağır mı olacaktı? İçimden “Bu hanımefendi beni beğenerek ne yapmak istemektedir, nereye varmaya çalışmaktadır.” demek geliyordu. Ama kastettiğim kişiyi tanıdığından bile emin olamıyordum.

Sonunda cüreti abartarak benimle konuşmaya başlamıştı. Söze “Ben Erke” diye başlamıştı. Ama ona Erke Hanım dememi istemişti. Asıldığı adamla yüzgöz olmak istemiyordu büyük ihtimalle. Yaklaşık yarım saat boyunca beni baştan çıkarmak için parlayan kafama övgüler mi düzmedi, göbeğimin karizmama etkisi konusunda tarihsel detaylar mı aktarmadı. Yok efendim Kayra Han beni görseydi kıskanırmış da yok Bay Ülgen görseydi altın tahtı erirdi de daha neler. Ben de satış teknikleri açısından konuşurken abartmayı severdim. Ama beni överek etkilemeye çalışan o afitap yeterince abartamıyormuş gibi geliyordu. Madem abartıyorsun sal gitsin, değil mi ama.

Kolyeye kim okumuşsa biraz ölçüyü kaçırmıştı. Erke kör olabilir miydi? Ya da baktığında gördüğü şey başka mıydı? Beni gördüğüne göre kör değildi. Tarif ederken kafamı, göbeğimi, boyumu olduğu gibi betimlediğine göre başka bir şey de görmüyordu. Nasıl bir yokluktan geliyordu kim bilir.

Tanıtım süresince gözünü ayırmayıp aradığını bulan bir dişi kaplan edasıyla beni tepeden tırnağa süzen o kadındaki girişimcilik ruhu bende olsaydı muhtemelen genel müdür olurdum. Akşama kimseye söz vermemem konusunda beni uyarmıştı. Gözlerim sürekli çıkış kapılarındaydı. Salonun birbirine bakan iki çıkış kapısı vardı. Bir kargaşa çıksa da kaçsam diye tanrıya yalvaran gözlerle bakıyordum. Ama beni görmeye pek niyeti yoktu. Sonuçta okunmuş bir kolye göndermişti. Gerisini benim çözmemi umuyor olabilirdi. Tam elli yıl beklediğim bu an şimdi avuçlarımdan kayıp gitsin diye bir fırsat kollama derdine düşmüştüm. Konuştuğum platform salonun orta tarafındaydı ve konuşmamı bitirmiştim. Toplantının başka konuşmacıları da vardı ve gözlerini benden ayırmak istemediği her halinden anlaşılan Erke Hanım solumdaki kapıya çok yakın bir noktadan beni izliyordu. Elinde bir defa bile ağzına götürmediği şampanya bardağıyla her göz göze gelişimizde “şerefe” der gibi bardağı uzatıyordu. Ben de reverans yapmak arzusuyla boynumu yana çevirip eğilmek istiyordum ama vücudum buna izin vermiyordu. Sanırım vücudum da beni Erke’ye layık görmüyordu. Yoksa kilolarımla ilgili bir durum değildi eğilip bükülememek.

Erke’nin sol kapının dibinde olmasını fırsat bilerek yeni konuşmacıyla yer değiştirirken kaşla göz arasında sağ kapıdan fırlayarak salondan ayrılmıştım. En azından zekamdan henüz bir şey yitirmemiş olmakla övünebilirdim. Çıktığım kapı uzun bir koridora açılıyordu ve koridorun sonunda sola dönünce bir asansör olduğunu gösteren bir de tabela vardı. En hızlı adımlarımla asansöre doğru ilerliyordum. Asansöre binip hayatımı kurtarmalıydım. Sola döner dönmez karşıma Erke Hanım’ın çıkması yeterince hızlı olmadığımı da ortaya koyuyordu. Artık o ne derse yapmak zorunda hissetmiştim. Kalbim her an durabilirdi. Ellinci yılına girmiş bekaretimi Erke için korumuş olmayı garipsemiyordum ama ondan korkuyordum. Asansöre binerken, inerken ve odaya girerken eli yakamdaydı.

İçeri girer girmez bir hareketiyle hem kimonoyu üstümden alıvermiş hem de beni yatağa sırtüstü fırlatmıştı. Karşımda muhteşem vücut hatları, harikulade yüz güzelliği ve karşılığını daha önce hiç görmediğim kışkırtıcı bir cazibeyle hazırladığı içkileri yatağa kadar getiren muhteşem bir kadın vardı. Onun karşısındaysa yatağa bir un çuvalı gibi uzanan, çıplak bedeninden sarkan kolyesinin karizmasına sığınmış, şortlu ve çoraplı bir mitolojik Moğol tanrısı vardı. Artık kendimi öyle hissediyordum. Ama yine de nefes almaya dahi korkuyordum. Kendimi onun insafına bırakmıştım. Onu çılgınlar gibi arzulasam da başarısızlıktan korktuğumu kendime bile itiraf edemiyordum. Şimdi hamile kalır da evlenmek zorunda kalırsam kendimi onun yanına nasıl yakıştıracağımı düşünmeye başlamıştım. Uzattığı şarabı birlikte yudumlarken ben yatağa uzanmıştım o ise yanıma oturuvermişti. Beni yüzlerce yıldır beklediğini ve beklemekten sıkılmak üzereyken çıkıp geldiğimi anlatıyordu. Zaten aklı başında biri olsaydı benimle ne işi olurdu diye düşünmüş ve söylediklerine aldırmamıştım. Ama o boynumdaki kolyeyle oynarken, Oğuz Kağan’dan sonra gördüğü en etkileyici erkek olduğum konusunda ısrar ediyordu. Yoksa o harikulade destanların Erke Hanım’ından mı etkilenmişti? Bunu açık açık sorduğumda etkilenmediğini, o kişinin kendisi olduğunu söylemiş ve bunda da ısrarcı olmuştu. Şimdiki zamanda Moğolistan’da hem de benim yanımda baştan çıkarıcılık ve cilve tanrısı Erke Hatun vardı öyle mi? Bu kadın ne yiyip ne içmişti de böyle bir hayal dünyasında yaşıyordu. Şu an ne söylediği de nereden geldiği de umurumda değildi. Tek derdim onu bir an önce kollarımın arasına alıp eşsiz bedeninin hazlarına varmaktı.

Erke bir yandan kolyemle ilgilenip bir yandan da “Hoço tapınağı doğru, ama bu kolye çakma” diyordu. Kimse kolyeme çakma diyemezdi ama şimdi başka bir işim vardı. Ona “sensin çakma” demeyi işimi bitireceğim zamana saklamıştım. Yavaş ve dikkatli hareketlerle ona doğru yaklaşıyordum. Saçına dokunup bir an önce dudaklarına yapışarak onu kışkırtıcı bedenimle tanıştıracak zevkin ve mutluluğun doruklarına çıkaracaktım. Saçına dokunup öpmek için eğilmemle dirsek darbesini çenemde hissedip yatağa yığılmam bir olmuştu. Birkaç dakika sonra kendime geldiğimde beni azarlamaya başlamıştı. Üç bin yıldır o kolyenin peşinde olduğunu, kaç yıldır beni aradığını, Moğolistan’a geleceği öğrendiğinde işini gücün bırakıp bu buluşmayı ayarladığını, çakma bir kolyeyle yaşamaya utanıp utanmadığımı sorarken ona dokunmaya nasıl cüret edebildiğim sorusunu da araya sıkıştırmıştı.

Peşinde olduğu bir kolye için beni kullandığını söylemiş olsa da beni inandıramazdı. Benden etkilendiği için ona kızmıyordum. O da insandı ve duygularına karşı koyamamıştı. Ben de bu durumlara alışsam artık iyi olurdu. İçkilerimiz bitene dek tek kelime etmemiştik. İçkiler bitince beni alnımdan öpüp kapıya yönelmişti. Bana son olarak tarihsel görevinin beni baştan çıkarmak olduğunu ve bunu başardığını söylemişti. “Şimdi ilerleyen yıllar için sevişeceğin kadını beklemen gerekiyor” diyerek sözünü bitirmiş ve odadan çıkmıştı.

Beni baştan çıkaracak kadını elli yıl beklemiştim. Önümüzdeki elli yıl içinde sevişme ihtimalimin olduğundan artık emin bir şekilde uyuyabilirdim. Döndüğümde şirketteki herhangi bir birey gittiği ülkelerde yaşadığı çılgınca maceralardan bahsedip beni çileden çıkarırsa onu yatırıp üstlerine oturmaya ve acı içinde kıvranıp pişman olacakları zamana kadar kalkmamaya karar vermiştim. Bunu yaparken kolyem ve Erke’nin geri gelme ihtimali de yanımda olacaktı…