Tolga Gümüşay
Denize en yakın ev onundu. Çevresi paslanmış dikenli tellerle çevrili, oldukça geniş ve bakımsız bir bahçenin ortasında, tek katlı, tahta panjurlu, çatlak sıvalı, kiremit rengi bir ev. Yazlıkçıların kimisi bu evi bakımsız ve ürkütücü bulurdu. Kimisi sevimli ve doğal. Paralel yargılar, evin sahibi yaşlı kadın için de geçerliydi. İlk gruba göre -ki bunların hemen hepsi yetişkindi- uzak durulması gereken bir bunak, çocuk ve gençlerin oluşturduğu ikinci gruba göre ise esrarengiz, tatlı kaçık bir teyze…
Bahçesine bakımsız diyenlere güler geçerdi. Otların haklarını savunurdu mesela. Çoğalma, sararma ve kuruma haklarını… Meyvelerin dalından koparılmasına şiddetle karşıydı. Bahçesine izinsiz girerek, ağaçlarının bedensel bütünlüğünü bozmaya yeltenenleri sapanıyla çitlembik atarak püskürtürdü. Bu yüzden onu cimrilikle suçlarlardı. Oysa o ağacın altındaki meyveleri toplamaya gelenlere asla ses çıkarmaz, hatta zaman zaman kendisi sepet dolusu olgun meyveyi kumsala bırakıp, içine de “Sevgiyle yiyin, saygıyla şükredin.”, “En büyük dua, minnetle yenen lokma…”, “Her meyvenin içinde bütün bir evren gizlidir.”, “Olgun ye ki, ham kalma.” gibi sözler içeren notlar bırakırdı.
Sabahları gün doğmadan uyanır, denizle kumun buluştuğu sınıra bağdaş kurup, soluğunu dalgaların ritmine göre ayarlayarak bir süre öylece oturur, kendini deniz gibi durgun ve berrak hissedince, yaşlı bedenini onun serin kucağına bırakır, zarif kulaçlarla, bir balık kadar suyla bütün, yüzeyinde ince ince gezinirdi.
Sonra derin uykusundan uyanmış gibi aniden irkilerek yüzmeyi keser, kırış kırış alnını karaya çevirirdi. Gözlerini kısarak kıyıda bir şeyler aranır, buruşuk ellerine ilk kez görüyormuşçasına hayret içinde bakar, sonra birden kim olduğunu, orada ne aradığını ve diğer her şeyi hatırlayınca rahat bir nefes alıp sırtüstü döner, gökyüzünü hayranlıkla seyrederek ait olduğu yere, toprağa dönerdi.
Kıyıda hiç kimse olmazdı o saatlerde. Denizin açıklarında bazen birkaç amatör balıkçı…
Kurulanıp doğru bahçesine döner, depo kapısına dayalı kürekle süpürgenin yanından dedektörünü alırdı. Aleti çalıştırır, sahili bir uçtan diğerine didik didik aramaya koyulurdu. Guguk kuşları ve ağustos böceklerinin seslerine dedektör sinyalleri karıştığında, ganimetin yerini tespit eder ve her sabah mutlaka zincir, kolye, küpe, yüzük, metal taşlı ya da imameli tespih, hiç değilse birkaç toka bulup evine öyle dönerdi.
Odalarından birini bu ganimetlere ayırmıştı. Türlü türlü takılar, mataralar, cüzdanlar, oyuncaklar, anahtarlıklar, gözlükler ve daha nice sahipsiz eşya ufak çaplı bir hediyelik eşya dükkanına benzeyen bu odada sergilenirdi. Sahilde bir şeyini kaybedenler doğrudan ona başvurur, eşyalarının ayrıntılı eşkalini verdikten sonra bu odaya alınırlardı.
***
Bir akşamüstü kapısı çalınınca semizotlarını ayıklamayı bırakıp, topraklı elleriyle kapının mandalını açtı. Karşısında genç, güzel bir kız duruyordu.
“Buyurun?”
“Şey…” Yanakları hafif kızardı kızın. “Kusura bakmayın rahatsız ediyorum.”
Sabah denizi kadar duruydu yüzü.
“Geçen cumartesi ailemle denize geldik. Şu ilerideki zeytin ağacının altına oturduk. Kolyemi kaybetmişim. Eve dönünce fark ettik. Çok üzüldüm. Sonra dediler ki… Siz…”
“İsmin ne senin?”
“Deniz.”
“Anlamıştım zaten.”
Kız ne diyeceğini bilemedi. Biraz daha kızardı yanakları.
“Siz bulmuş olabilir misiniz acaba?”
“Gel bakalım beraber. Nasıl bir kolyeydi söylesene.”
“Yunus şeklindeydi.”
“Taşlı mı?”
Deniz heyecanlandı. “Onu buldunuz mu yoksa?”
Yaşlı kadın ciddiyetini bozmadı. “Taşları ne renkti?”
“Eee… Mavi, lacivert. Vee beyaz…”
“En dışta hangi renkti taşlar?”
Kız şöyle bir yutkundu.
“Ben” dedi. “Görme engelliyim de.” Kısa bir sessizliğin ardından devam etti.
“Sorunuzun yanıtını bilmiyorum.”
Yaşlı kadın o zaman anladı. Kızın başka zamanlara, uzak diyarlara uzanan bakışlarının sırrını.
“Sen bekle ben kolyeyi getireyim.” diyerek içeri gitti. Taşlı minik bir yunusla geri döndü. Kızın kadife yumuşaklığındaki elini tuttu. Avcuna bıraktı. Kız öyle büyük güldü ki evin içi, gençlik, tazelik, minnetle doldu.
“Pat” diye bir ses duyuldu bahçeden.
“Dur bekle.” dedi kadın, sesin geldiği yöne doğru yürürken. Elinde olgun bir şeftaliyle döndü.
“Senin için düştü bu. Öyle güzelsin ki kuzum, biraz daha durursan burada, ağaçlarda meyve kalmaz.”
Deniz kocaman güldü bu kez. Işıl ışıl.
“Size nasıl teşekkür edebilirim?” diye sordu içtenlikle.
“Güneş toplayalım mı beraber?”
Deniz kıkırdadı. “Olur tabi. Öğretirseniz neden olmasın?”
“Hadi o zaman, geç kalmayalım.” Sözünü bitirmeden kapıyı çekti, çıktı yaşlı kadın.
Deniz durgundu. Yunus kolyenin en dıştaki taşıyla aynı renk. Güneş karşı tepelerin üstünden kıyıya doğru turuncu ipekten bir şerit uzatmıştı. Yaşlı kadın, Deniz’i elinden tuttu. Birlikte ışığın kaynağına doğru yürüdüler.
“Güneşin alçak gönüllülüğüne bak sen” dedi yaşlı kadın. “Ayağımıza kadar gelmiş. Hissediyor musun altın suyu olmuş deniz.”
Körpecik gülümsedi kız. Deniz gibiydi o da guruba karşı bir başka güzel. Dizlerine kadar suya girdiler. Bir avuç ışık aldı yaşlı kadın. Deniz’in güzel yüzüne doğru savurdu. Sonra iki elini tutarak güneş toplamayı öğretti ona. Güneşle gözlerini, bedenini, ruhunu yıkamayı… Birbirlerini güneşle sevdiler. Isıttılar. Kahkahalarla güldüler. Güldürdüler…
Çocuklar hayranlıkla, sahilden yürüyerek yazlıklarına dönen yetişkinler, zeytin ağaçlarının altında mangal yelleyip karpuz kesenler şaşkınlıkla bakakaldılar bu olağanüstü manzaraya. Derken içlerinden biri alaycı bir tonda,
“Deli karıya bak güneş topluyor şimdi de” dedi. “Bir de kör kız bulmuş yanına…” Tek tük güldüler. Önce zorla. Sonra histerik kahkahalarla.
Kahkahalar Deniz’e kadar ulaştı. Uykudan uyanır gibi irkildi kız.
“Annemler merak eder. Gitmem lazım” dedi, yüzü gölgelenerek.
Yaşlı kadın kızın ellerini sıktı. Minnetle yanağına bastırdı.
“Yine gel güzel denizkızım”, dedi “Bir şeyini kaybetmeden de gel.”
Kız gülümseyerek başını salladı. Bir elinde yunus kolye, bir elinde şeftali kahkahalara doğru yürümeye başladı. Saç uçlarından ince ince ışık dökülüyor, o uzaklaştıkça deniz karanlığa gömülüyordu.