KAYBOLAN ZAMAN


Osman Özer

            Her sene bu zamanlar, Mayıs’ın 20’si dendi mi ufak, mavi arabamızla yola çıkardık. Öyle çok uzak değildi gittiğimiz yer. Topu topuna bir buçuk saat çeker. Yazlık evi derlerdi adına ama siz bakmayın onlara, benim için iki evde aynı gibiydi. Oradaki koltuk, diğer evde de var. Oradaki bahçe, bir öbüründe büyük biçimde var. Küçüklüğümde bir türlü yazlık-kışlık ev farkını anlamazdım. Neden insanlar bir evini bırakıp, diğerine gider ki? Eh, kalmak için. İyi ama öbürü boş kalır, tozlanır…

Çocuk aklı işte. Ancak ne zaman yazlık evine gidilmek için yola koyulsak, beni ayrı bir heyecan kaplardı. Topumu, arabalarımı, oyuncaklarımı çantama alır, sanki biri benden çalacakmış gibi kucağımdan indirmeden yol boyu öyle giderdim. Araba kullanan babam ve yanında oturan annem ara sıra arkalarına döner, gülerek “Çocuğa bak, sanki çantasını çalacaklar…” diye benimle eğlenir elimden bırakıp rahat oturmamı söylerlerdi. Çocuk aklı işte bırakmaz ve öyle mutlu bir şekilde giderdim. Yol boyunca birbirinden güzel rengarenk farklı renkteki çiçekleri görür, onları seyrederken mutlu olurdum. Babama adlarını sorar ay çiçeği olduğunu öğrenirdim. Renkli küçük papatyalar ise en sevdiklerim olurdu. Yol bu şekilde eğlenceli geçer nasıl olduğunu anlamadan yazlık evimize gelmiş olurduk. İçimdeki heyecan giderek artar bu seferde görmeye can attığım iki arkadaşım Cenk ve Korhan ile karşılaşmaya hazırlanırdım. Arabamızın geldiğini görünce ikisi de sokağa fırlar, bizleri karşılar, çantalarımıza yardım ederlerdi. Sonra ver elini deniz…Tabii annem bizleri yalnız başına denize göndermezdi. Maazallah dalgalar birden kocaman olup bizi yutabilir diye devamlı korkunç hikayeler anlatırdı. Sanırım o yüzden denizden hep bir korkar çekinirdim. Beni havuzda yüzmeye alıştırmıştı. Havuzun daha temiz ve rahat olduğunu düşünürdü. Oysa şimdiki aklımla artık annemin o düşüncesinin yanlış olduğunu görebiliyorum. Deniz kenarına annem gelmeden suya girmez, o gelince de kıyıda durur, fazla açılmazdım. Cenk ve Koray da benimle takılır, birbirimize sular atar, yorulunca da kumdan şekiller yapardık. Gökyüzündeki güneş, bizleri alabildiğine kavurur, sırtımızın rengi siyaha dönene dek yakardı. O an fazla bir şey hissetmez, akşama acısı çıkar, her yere yoğurt ve çeşitli kremler sürülürdü. Ağrının dinmesi için onca şey yapılsa da yatakta türlü türlü şekle girer, yine de iyi uyuyamazdım. Ertesi gün güneşe tövbe desem de artık cilt alıştığından bir şey olmaz, çocuklarla top oynamaya devam eder, bahçede oturup kola ve meyve suları içerdik.

Bir de gizli bir mahzenimiz vardı. Gerçi biz gizli olduğunu sanırdık…Meğerse çiftçi Hüsnü Ağabey buraya gelirmiş. Bir gün aniden gelince bizleri korkuttu. O kadar korkmuştuk ki sanki tabuttan bir vampirin dışarı çıkarken ki o gıcırdama sesi yer altında yankılanmıştı. Ne zaman buraya insek bizi Hades karşılayacakmış gibi hisseder, aşağıda bulunan kırık heykel figürlerine bakardık. Çiftçi Hüsnü Ağabey buranın ikinci dünya savaşından kalma bir yer olduğunu anlatır biz de merakla onu dinlerdik…

Şimdi ise; Aradan koca 16 yıl geçmiş…Yazlık evimiz kırık dökük şekilde boyası atmış, muhtemelen çatıdan kaynaklanan çatı kısmında çatlakların olduğu, o güzelim çiçeklerin yok olup yerini çamur bahçesine bıraktığı, acının tablosu karşımda duruyor. Bahçede ne bir kedi ne köpekler, canlıya dair hiçbir şey yok. Bahçe kapısında ne zaman dursam, arkamdan seslenerek koşup gelen Cenk ve Korhan da yok. Arkamı dönüp bakıyorum. Denizi izliyorum. Kimseler yok. Sanki kasaba terk edilmiş, herkes bir şeylerden korkup kaçmış gibi. Sahile iniyorum. İçimde bir şeyleri bulabilme, geçmişi yeniden bir umut gibi elimde tutabilmek adına, sevgili gibi arıyorum. Ama ne sevgilim ne de yakalayabildiğim zamanım karşımda duruyor. Gizli mahzenimize gidiyorum. Burası, tıpkı eskiden olduğu gibi soğuk ve dondurucu, havayı bedenimde hissediyorum. Sanki yine o tabut gıcırdama sesi kulaklarımda yankılanıyor ama bunun olmadığını, kendi aklımın bana oynadığı bir oyun olduğunu biliyorum. Kırık heykeller yine aynı yerlerinde duruyor, kırılmış çatlamış yüzleriyle, oyulmuş hissiz gözlerle bana bakmayı sürdürüyorlar. Geçmişten kalan tek şey onlar. Yerli yerlerinde duruyorlar. Yeniden merdivenlerden yukarı, yer yüzüne, özgürce havasını soluduğum atmosfere çıkıyorum. Denizin üzerinde güneşin ışıltıları dans ederken gözlerim kamaşıyor. Bakamaz oluyorum. Bir meltem yavaşça yanağımı okşuyor. Bu kayanın üzerindeki tepede, kaybolan zamanı arıyor, onu bulmaya çalışıyorum. Keşke her şey eskisi gibi olabilse…

Ölen ailem, kaybolan arkadaşlarım, o içi dolu havuz, engin deniz…Değişmeyen bir diğer şeyin deniz olduğunu da görüyorum. İşte karşımda dalgaları içinde bana bakıyor, sanki beni çağırıyor. Düşecek gibi oluyorum ama kendimi tutup dönüyorum. O güzel geçmişi çok özlüyorum…Yeniden doğmak, çocuk olmak, çocukluğuma dönmek istiyorum. Şu ömrümde en güzel zamanlarımın geçmişte, çocukluk dönemimde olduğunu bir kez daha özlemle anıyorum. Kim bilir belki yine çocuk olsam, tüm geçmiş karşıma gelir, yeniden canlanır diyorum. Nafile bir ümitle, kendimi avutuyor  hayaller kurmaya devam ediyorum.