Aslıhan Tüylüoğlu
Her yaz kadar sıcaktı. Soğuk şehirlerden gelip koynuna düşüyorduk bu sevimli Ege kentinin. Çocuktuk belki ondan sıcaktan şikâyetimiz yoktu. Bir ninenin dizlerinde serinliyordu bir yıl biriktirdiğimiz özlem.
Her yıl merakla ve heyecanla açıyorduk o avlunun küçük tahta kapısını. Ufak tefek değişikler bize nasıl da büyük görünüyordu. Dedemin büyüttüğü çimenler, dayımın baharda düzenlediği çiçek tarhı. Duvarların yeni yapılmış kireç boyası, arka bahçedeki bostan. Nenemin rengârenk yünlerle ördüğü birkaç örtü. Yeniden derlenmiş toparlanmış tüm avluyu örten asma çardağı. Artık yeterince yaşlanmış olan ninem ve dedem daha fazla yaşlanmış gelmiyordu bize. Sanki aynıydılar her sene. Ama onlar bizdeki değişmeyi, attığımız boyu daha iyi fark ediyorlardı. Bizse alışkındık büyümeye. Bilmiyorduk uzadığımızı.
Sonra rüya gibi geçmeye başlıyordu yaz. İşte, kimsesiz değildik o uzak şehirlerdeki gibi. Bizim de dayılarımız, teyzelerimiz vardı. Kuzenlerimiz vardı kuşak kuşak. Yalınayak basabilirdik irimin o sapsarı kumlarına. Eriklere dadanabilirdik. Teyzemin ve eniştemin bakkalının önündeki duta tırmanabilirdik. Nenemin avlusu zaten başlı başına büyük bir dünyaydı bize. Hemen gecekondu çocuklarına karışıverirdik. Sokakları hesapsızca arşınlardık onlarla.
En sevdiğimiz anlar nenemin dizlerine yatıp ondan masallar dinlediğimiz anlardı. Ağzındaki eksik dişlerden dolayı kelimeleri eksik çıkarta çıkarta anlatırdı bize Buldo’nun yendiği o devi. Devin her yenilişinde Buldo biz olurduk. Aklıyla koca devi yenen kahraman. En çok bu masalı severdik.
Bir gün yine uzun bir ikindi vakti, evin bahçesinin etrafını saran uzun kavaklarla rüzgâr söyleşirken avludaki asmanın altında sedire oturduk ve nenemin bize masal anlatmasını istedik. Nenem sarı erik şuruplarımızı hazırladı bize soğuk soğuk ve geldi yanımıza oturdu. Beyaz yaşmağının kenarından apak saçları görünüyordu. Gençliğinde belli ki çok güzel olan yüzü hâlâ ışıl ışıldı. Derin çizgilere rağmen kırışık değildi. Diğer torunlarını da severdi ama bana bebekken baktığı için mi yoksa uzaklarda olduğum için mi derin bir tutkusu vardı. Ben de nenemi öyle severdim ki annem yalancıktan kıskanırdı onu sevmemi. Dizlerinde yatınca bütün yeryüzü güzelleşirdi, çocukken bile hüzünlü olan yüreğim sevinçlenirdi.
“Bugün size masal değil, gerçek bir şey anlatacağım.” dedi nenem. “Bunu dinlemek için yeterinde büyüdünüz.”
Gözleri uzak bir yere bakar gibi daldı. Ela olan bu gözler artık fazla görmüyordu ama içlerindeki hüzün gene de belli oluyordu.
“Ben beş altı yaşlarındaydım. Altı kardeştik. Ben en küçükleriydim. Babam Hasan ağa. Annem Zehtey’di. Sizin bilmediğiniz yerlerde doğdum ben. Kars’ın Çermik köyünde. Yemyeşil, dümdüz bereketli topraklar üstünde. Ama yoksunluklar içindeydik. Çetin kışlar ve yapacak pek çok işler olurdu. Kardeşlerim her biri bir yerde olurdu. Ya hayvanları güderler ya bir tarlanın otunu biçerlerdi. Topraklarımız da çoktu. Hayvanlarımız da. Zengin sayılırdık. Annem küçük kardeşimi yeni doğurmuştu. Lohusa yatağında yatıyordu. Köyün çeşmesine su çekmeye gitmiştim. Kadınlar annemi Cangır’ın Kızı Sultan’ın öldüreceğini konuşuyorlardı. Bunu anlar anlamaz fırlattım kovaları, annemin yanına koştum. Duyduklarımı anlattım ona. O, “Kızım beni niye öldürsün ki Cangırın Kızı, ben ne yaptım ona?” diyordu. “Korkma yanlış anlamışsındır. Ben lohusa olduğum için yalnız kalmayım diye öyle demişlerdir.” O sırada kadın kapıda beliriverdi ben korkuyla annemin boynuna sarıldım. Annem beni yatıştırmaya çalışırken Cangırın Kızı beni tuttuğu gibi kapıdaki merdivenlerden aşağı attı. Çok korkmuştum. Kafam da kanıyordu. Aklıma babaannem geldi. Epeyce bir mesafe vardı aramızda. Ama koştum. Neneme olanları anlattım. Hamur yoğuran nenem ellerinden hamuru sıyırıverdi yıkamaya fırsatı olmadan koştuk beraber bizim eve. Geldiğimizde annem baygındı. İnliyordu. Cangırın Kızı’nı tutuğu gibi duvara çaldı ninem. İyice bir dövdü. Annemin yanına koşmuştum. Yüzü sararmıştı annemin. Dudakları titriyordu. Seslendim gözlerini açmadı. Nenem kadına bağırıyordu. İri güçlü bir kadındı nenem hem dövüyor hem de “Hükümete vereceğim seni, sen bu lohusa kadının çocukluğunu nasıl koparırsın, nasıl öldürürsün onu, niye?” diyordu. Tiz bir ses duyuldu Cangırın Kızından. “Sen beni ele verirsen ben de oğlun yaptırdı derim” dedi. “Oğlun da benimle hapsi boylar.” Kaçtı kurtuldu nenemin ellerinden sokağa attı kendini hâlâ bağırıyordu. “Hükümete verirsen oğlun da hapse girer.”
Annem üç gün kadar yaşadı. Dili tutulmuştu konuşamıyordu. Baygın yatıyordu. Bir ara kendine gelir gibi oldu. Sırtındaki ipi sıyırdı, bir çıkın çıktı. Açtı bana gösterdi. Avucuyla alıp başka yere koyar gibi yaptı. Avuçluyor başka yere boşaltıyor. Sonra tekrar. O zaman anlamamıştım tüm bunları meğer kardeşlerime pay etmemi söylüyormuş bana. Bense çıkına baktım onları urus kapiği zannettim. Kapının yanındaki alet sandığına attım.
Babam geldiğinde ilk işi onları sormak oldu. Ben de “o urus kapiklerini mi soruyorsun. Sandığa attım.” dedim. “Geberecek, oraya atılır mı onlar, onlar altın.” dedi, “Ya birisi alsaydı.”
Meğer annem sulak bir yer olan Zakim köyünün tek varisiymiş. Orayı satıp bir çuval altın almış. Arkasına bağlarmış bu altınları. Bu nedenle herkes onu kambur zannedermiş. Adına Kambur Zehte derlermiş bu yüzden.
Annem öldü. Yeni doğan kardeşim açlıktan ağlıyordu. Köyde yeni doğum yapmış bir kadın varmış. O kadına götürmeye başladım onu. Götürüp emzirtip geliyordum. Babamsa bir baktım küçük bir tabut hazırlıyor. “Nereye götürüyorsun o bebeği.” diyor bana. Emzirmeye diyorum. “O bebek ölecek bak ben tabutunu hazırlıyorum onun, bir daha götürmeyeceksin” deyip dövüyor beni.
Öyle çok kızıyorum ki. O bebek sanki benim bebeğim olmuş. Onu alıyorlar elimden. Ölüyor yavrum. Daha ölmeden hazırlanan tabutuna konuyor. Daha annemin yası tutulmadan, benim çocuklarıyla sokakta oynadığım altı çocuklu bir kadını alıyor babam. Çok üzülüyorum. Diyorum “İnşallah sizin çocuğunuzun da tabutunu kendi ellerinle yaparsın.”
Nerden bilebilirdim bu ahımın tutacağını. Tutsun da istemezdim. Acıyla söylenmiş bir şeydi. Çok geçmeden bir çocukları oldu. Alaattin. Büyüdü çok güzel bir delikanlı oldu. Ama asker dönüşü yolda öldü. Hatırladım o zaman bu intizarımı ve çok üzüldüm.
Sonradan pek çok şey öğrendik bu konuda. Meğer babamla evlenen kadın Cangır’ın Kızına bir inek vermiş. Annemi öldürsün de babama varsın diye. Hiç sevemedim onu. O da bizleri sevmedi. Analık elinde büyüdük. Büyük kardeşlerim evlendiler dağıldılar. Babamla kavgalı oldu ağabeylerim. Ben de başka bir köye gelin gittim.
Sonrası da var. Duyduk ki Cangır’ın Kızı hastalanmış köpek gibi ulur olmuş. Kızı, annesini yaptığından dolayı cezalandırmış. Köpeğin yanına bağlamış ve köpeğin yediği yalı verirmiş önüne. Öyle uluya uluya ölmüş. E, ah yerde, duman gökte kalmaz. Ben de analı babalı büyüyebilirdim. Kardeşim yaşayabilirdi. Ne güzel bir çocuk olurdu kim bilir.”
Nenemim gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Hâlâ uzaklara bakıyor gibiydi. Biz torunları da üzülmüştük onun gibi. Demek ki bizim bir büyük nenemiz de vardı. Böyleydi onun öyküsü de. Oysa hiç düşünmemiştik, nenemizin de bir zamanlar çocuk olduğunu.
Böyle ne kadar yıl geçti bilmiyorum. O avluda şenlik dolu nice yaz günü geçirdik. Sığmazdık avluya dama çıkardık. Bir senesinde mahallerin yakınındaki küçük derenin yanındaki sazlıktan kargılar topladık. Onlarla bir çardak yaptık dama. Derenin kenarında evi olan Müzeyyen Teyze bizi şikâyete geldi. Bunlar kargılarımı yoldu diye. Teyzemle neneme şikâyet şikâyet, biz damdan izliyoruz. Kadın kafasını kaldırdı çardağı gördü. “Aha işte benim kargılarım!” Biz de sazlığın derenin kenarında olduğunu, kargıların sahibinin o olamayacağını söyledik.
Teyzemlerin bakkalında her şey olmazdı. Ana caddeye Efe’nin tarlasının yanından bir patika yolla çıkıp Harun Baba’ya giderdik. Harun Baba yıllardır o köşedeydi annemin çocukluğundan bizim çocukluğumuza. O köşenin durak adı olmuştu. Harun Baba’da inilirdi nenemin evine gelmek için. Birkaç yıl önce Aydın’a geldim. Harun Baba’nın önünde indim. Dükkânın boş ve kapalı vitrinini görmek üzdü beni. Harun Baba ölünce karısı ve çocukları yıllarca işletmişti. Sonra yeğenleri. Ama şimdi köşe karanlığa teslim olmuştu, çocukluğumdan bir anı daha geride kalmıştı.
Yazları mahalle çocuklarına uyup uzak tarlalara da giderdik. Tarla kenarlarında Ege’ye özgü otlar bolca olurdu. Onlardan toplardık. Ara sıra mısır tarlalarından umut çaldığımız da olurdu. Bizimkiler çok kızardı buna. Bir keresinde kardeşim ve arkadaşları mısır tarlasına girmiş, tarlanın sahipleri görmüş kovalamışlar, onlar da topladıkları mısırları onlara ata ata kaçmışlar. Haber onlardan önce eve gelince, evde de dayak merasiminden kaçmak gerekti. Haksızlığa da uğradığımız olurdu. Harun Baba’ya giderken patika yolun kıyısındaki badem ağaçlarından badem toplardık. Acı bademdi bunlar ama çocukluk işte. Dediğim gibi bu patika, her zaman Efe kıyafetiyle gezen ve pek laftan anlamadığı için Deli Efe’de denen Efe’nin tarlasının yanında uzanırdı. Bize sanki kendi tarlasındaki badem ağaçlarına çıkmışız gibi tarlanın uzağından tüfeğiyle ateş ettiği de olurdu.
Nenem, dedem ve dayım öleli yıllar oluyor. O avluyu koruyamadık. Onlar yaşarken bir türlü tapusu alınmadığı için, belediye, içindeki yıkılmak üzere olan kâgir evi de yıkıp kenar arsalara parselledi. Şimdi o avluda ruhsuz bir apartman… Yine de eski bahçeden kalan bir portakal ağacı “çocukluğun hâlâ burada” diyor. Bunu şöyle yazmıştım ilk kitabımda “Unutulur avlular, asmalar yıkılır/eski acılar üstüne kat çıkılır.”
Şimdi Aydın ve yazlar, ağır hüzünlü. Kırık. “Eski Kahramanlar”ım ya öldüler ya çok yaşlandılar. Kuzenler de dağıldı. Yazlarsa daha sıcak, kupkuru. Gecekonduların yerinde birer sonradan görme apartman. Yalınayak gezdiğimiz sokaklarda o sapsarı kumun yerine taş parkeler. Ne uçsuz tarlalar ne badem ağaçları… Bir iki ağaç, bir iki çiçek, birkaç banktan oluşan küçücük parklar da olmasa her yer hüzün.
Çoktandır benim için gidecek bir yaz kalmadı. Yaz, nenemdi.