Erkan Karakiraz
Sol elimin terli ayasını, parmaklarımın ucunu, başımın arkasında gezdiriyorum, kısacık saçlarımın üzerinde. Yeni kesilmiş saçın verdiği iç gıcıklayıcı bir zevk aldığım. Bir yandan da hâlâ saçımı kestirme planları yapıyorum kafamın içinde. Alt yoldan yürürüm diyorum, sabahın erken saatleri daha, yolu uzatmak iyi olur diyorum, mahalle berberi açmış olur dükkânını ben varana dek. Oysa saçlarımı kestireli on beş dakika oldu olmadı. Bir hatırlayıp bir unutuyorum sıvazlamaya devam ederek. Üstelik sağ tarafımdaki ilan panosunun camından hayranlıkla seyrediyorum başımın yeni şeklini. İstasyonun tam karşısında, pazar sabahı erken vakitte, hem de bu mevsimde açık berberi bırak açık bir yer bulmak ne mümkün; yine de bulup kestirdim saçımı sakalımı işte. Ege rehaveti, derdi Muzaffer Abi de karşı çıkardım her seferinde. Haksız değilmiş. Hem temmuzun yapış yapış sıcağından -elimle yoklayıp durmama rağmen- hem de saçlarım hâlâ uzun zannettiğimden, daha fazla terliyorum. Bir ter ki göğsümden fışkırıyor. Koltuk altlarımın terlemesine sabah sürdüğüm roll-on engel. İncecik beyaz penye tişörtümün içinde yarış hâlinde ter damlacıkları. Treni beklerken oturduğum bankta, terin bir kısmı göbek deliğimde, bir kısmı kasıklarımda birikiyor. Hâkî şortumun içinden sızan ter damlacıkları mı dersin, ayak bileklerimden akıp terliklerime damlayan mı? Onarılmadığı için akıtan bir tavan gibi vücudum. Sırılsıklam.
Tren azıcık gecikince hatırlıyorum asıl ne sebepten aktarma istasyonunda olduğumu. Tam bu saatte pazar mesaisine yetişmek için yolda Melek de. Aktarma istasyonuna uğrayacak bindiği tren. Altı yerine üç vagonlu bir tren yanaşıyor istasyona. Anlam veremiyorum. Neyse ki çok kalabalık değil ortalık. Başımın arkasını okşamayı zorlukla bırakıp kuzey gidiş yönündeki ilk vagona atlıyorum. Biner binmez geçkince bir köpek karşılıyor vagonda beni. Nasıl girdi istasyona, trene nasıl bindi pek üzerinde durmadan vagonun sağına, makinistin hemen arkasındaki cama doğru yürüyüp cama veriyorum sırtımı. Uzun bir vagon. Her şeyi, herkesi görebiliyorum ayakta durduğum noktadan. Zaten oturmak gibi bir amacım yok. Ağır ağır ileri doğru yürüyüp onu arıyorum yolcular arasında. Dünya iki tarafımda, ışıl ışıl sıcacık bir aydınlıkla hareket ediyor. Yüzler, omuzlar, boyunlar, kollar, bacaklar akıyor yürüyüş yolumda. Terden ve heyecandan ıpıslağım. Koltuk altı kıllarım uzuyor, göğüs tüylerim gürleşiyor, saçım sakalım uzayıp yerlerde sürünüyor, kasık kıllarım bütün vagonu kaplıyor. Vagon ter, nefes, apış arası ve koltuk altı roll-onu kokuyor. Bir arınma güdüsüyle bütün vagonu ter basıyor. Baştan başa yürüyüp kolaçan ediyorum vagonu. Yok. Melek, yok! İçimi erotik bir rahatlama kaplıyor. Kasıklarımda bir elektriklenme hissediyorum. Ohh, yok.
Niyetim bir sonraki durakta inip, oradan, sonraki vagona binmek ve o vagonda da her yeri didik didik edip onu bulmak. Onu bulup ne yapacağım? Uzaktan onu seyredeceğim büyük olasılıkla ya da belki yanına gidip konuşacağım. Ağır ağır yürümemin sebebi bu, diye tahmin ediyorum, kalbim hiç olmadığı kadar çok kan pompalıyor çünkü. Hiçbir şeyden emin değilim. Her şey boşluklu. Bir anonsla sonraki istasyona yanaşıyor tren, duruyor. Aceleyle iniyorum trenden. O sırada fark ediyorum bindiğim ilk vagonda yürüyüşüm boyunca köpeğin peşimden gelmiş olduğunu; o da benimle iniyor. İstasyon kalabalık. Sonraki vagona biniyorum, köpek de peşimden. Bu vagonda daha fazla yolcu var ve çok daha sıcak içerisi. Durduğumuz istasyondan epeyce yolcu bindi trene. Tavana kadar yükselmiş bir ter seli içerisinde, yolcular ya oturuyor ya da ayakta durmaya çalışıyor. Camlarda tuz lekeleri. Dalgalanan terin içinden zorlukla, ağır ağır yürüyorum boydan boya. Terliğimin biri ayağımdan kayıp vagonun tavanına, ter kütlesinin yüzeyine doğru yükseliyor. Yakalayıp giyiyorum tekrar. Gözüm imdat penceresine ilişiyor. Pencerenin üzerine yapışkanlı harflerle dizilmiş İngilizce EMERGENCY EXIT yazısında eksik yok ama Türkçesindeki, sırayla M, E ve İ harfleri eksik. Kendi kendime şaşırıyorum. Zihnim bu kadar bulanıkken bu ayrıntılara dikkat kesilmeme. Yolcuların çoğuyla göz göze geliyorum ister istemez. Hafifçe, istemsiz bir utanç peyda oluyor. Öteki uca ulaştığımda üç yüz kişiyle kaynaşıp konuşmuş gibi hissediyorum. Melek hariç. Bu vagonda da değil. Köpek iyice yanıma sokuluyor. Başını okşuyorum. Memeleri göbeğinde bir kadın köpekle bana bakıp gülümsüyor. Ben de gülümseyerek karşılık veriyorum. İçimde rüzgâr esiyor. Bir ferahlama. Karşılaşmayı, yüzleşmeyi, konuşmayı boku püsürü erteliyorum. Bir vazgeçiş. İmdat penceresini çekiçle parçalamış gibiyim. Sonraki istasyonda trenden iniyorum ama sıradaki vagona binmiyorum. Köpek trende kalıyor. Vagonun teri istasyona, yürüyen merdivenlere boşalıyor. Merdivenlerden aceleyle inip nereye gittiğimi umursamadan şehre karışıyorum. Tişörtüm sırtıma yapışmış. Temmuz tüm şiddetiyle yakıyor. Sol elimin ayası, parmaklarımın ucu, başımın arkasında. Zevkle, kısacık saçımla oynuyorum. Saçımı kestirmem gerek. Saçımı, sakalımı…