ALMA HANIM


İlkiz Kucur

Alma Hanım, Ulumuhsine ve Kiçimuhsine’ yi Konya yakınlarındaki iki mağaraya saklayıp onlarla vedalaştı. İki kız kardeş artık güvendeydi. Onları savaş alanından kurtarıp Konya yakınlarında yaşayacakları yeni yerlerine sağ salim ulaştırdığında yıllar sonra orada iki köy kurulacağını ve bu köylerin adlarının Ulumuhsine ve Kiçimuhsine olacağını bilmiyordu elbette. Yorgundu. Bacıyan-Rum (Anadolu Bacıları)üyesi pek çok kadın öldürülmüş, uzak diyarlara sürülmüştü. Halı ve kilim dokuyan, yeniçerilerin başlarına taktıkları ak börkleri hazırlayan, Anadolu’ya göç edenleri evlerinde ağırlayıp, karınlarını dokuyan bacıları şimdi darmadağın edilmişti. Onların sahip oldukları savaş tekniklerini daha da ileri götürmek için gittiği Anadolu topraklarında gördüğü, yaşadığı katliamlardan sonra sahip olduğu tüm gücünü terk etmek istedi. Artık bir savaş tanrıçası olmayacaktı. Savaş tanrıçasını kandırıp kendi zulümlerinde kullanmak isteyenlerle bir olamazdı. Onun hazırladığı içeceklerle onun gücüne sahip olup kötülere yıldırımlar ve şimşekler yağdırmak yerine Anadolu Ahileri ve Bacıyan-ı Rum yani Anadolu Bacıları’na saldırmışlardı.

Alma Hanım, elindeki budaklı dala dayanarak güçlükle yürümeye çalışırken geriye dönüp bakmadı. Baksa göreceği manzaradan korkuyordu. Anadolu’ya birlikte geldiği Moğol savaşçılarının katlettiği, Ahilerin kanıyla sulanmış ovayı görmek istemedi. Az önce Ahi Evran ile Mevlana’nın oğlu Alaattin Çelebi’nin cesetlerinin arasından geçmişti. Oğlunun Moğollar’ a karşı savaşırken can verdiği Mevlana’ya haber salınmış. Moğollara karşı Ahiler ’in yanında yer aldığı için Mevlana ne cenazeyi almış ne de cenaze namazına katılmıştı.

Yerdeki halıya gözü kaydı yazarın. Yıllardır dokunan cicim ve halı desenlerinde Anadolu Bacıları’nın anlattıklarını düğümlerin arasından tek tek çözmeyi ne çok isterdi. Köşedeki koltukta oturan yaşlı kadın yavaşça yerinden kalktı. Son kez yerdeki halıya bir göz attı. Sokak kapısına yöneldi. Yazar bakışlarıyla izledi. Konuşsa da bir anlamı yoktu. Yıllardır ağzından bir tek sözcük duymadan oturan kadının gitme vakti gelmişti demek. Silahlarına ve sahip olduğu gücün kaynağı sıvıyı havaya savurdu. Hava kararmaya başlamıştı. Gökyüzünde beliren şimşeklere, yıldırımlara son kez veda etti. Gücü göklere aitti artık. Elindeki Kızıl Elma’ya hüzünle baktı. Al demişlerdi ona. Soydaşlarının yaşadığı toprakları birleştir. Büyük bir yurt kurulsun. Bir arada güzel bir gelecek yaratılsın. Alma Hanım şimdi bilgeliğin kanlı yüzü olmayacaktı.

Söylence dünyasının kapısını dışarıdan kapattı. Elindeki budaklı sopasıyla karanlıkların içerisine doğru adım atarken yaşlı bir kadına dönmüştü. Bilinmezden gelmişti. Anne ve babasını hiç bilmedi. Kendi kendisini doğurmuştu sanki. Yaşadığı eve nasıl geldiğini bilmediği gibi kimin ona Al diyerek Alma adını koyduğunu da bilmiyordu. Bu kadın küçük kare parçalarına basıp hikâyesini yazdığından mı çıkıp gelmişti bu eve. Yoksa onu çağıran yere serili halıda; ellerinden tutup savaş meydanından kaçırdığı Fatma Bacı’nın kardeşleri Ulumuhsine ve Kiçimuhsine’nin desenleri miydi? Onlara duyduğu özlem miydi bu kapıya getiren?

-Artık gitme vakti geldi. Dünya bir savaş meydanına dönmüşse uzaklaşmak gerek. Belki de savaşlar ben gidersem biter. Uzaklardan, karanlığın içinden yaklaşan iki kadını tanıdı. Onlar da mı söylence dünyasını bırakmıştı? Şimdi bir yanında Athena diğer yanında ise Minerva üç savaş tanrıçası savaşlardan uzağa yol almakta.

-Savaş bize göre değilmiş.