AĞAÇ ANA


Tekgül Arı

Bulutlar kılıçlı çakımlarla dallandı, gök çatırdadı. Daha fazla tutamadı karanlığı bulutlar, sel olup boşaldı. Sonra dinginleşti yağmur, günlerce usul usul çadırımın üstünde bana, ses verdi. Dinledim sözlerini, dışarıya çıktım. Üç avuç da arpa serptim yağmur ruhuna. Her zerrem suyla doydu. Kandaşlığa ne oldu diye diye, çadırın etrafında dört döndüm. Sesler büyüdü, tak tak diye demire inen eller, ruhuma dokundu. Güneşin ruhu saçlarıma değdiği an, koştum, geldim ocağına. Sen ki dalları göğe karışan, cıvıl cıvıl çocuk sesleri getiren Ana. Gövden de klan gençlerin düşlerini taşıyan. Köklerin toprağı besleyen, yaşlılarımızı bilge kılan…

Umay Ana ile gökten düşüp gelmedin mi?

İlk insanı karnında taşımadın mı?

Dalların yerlere kadar eğilip seni yellemedi mi?

Güneşin ruhu yüzüne gülmedi mi?

Ay dolana dolana yüreğini aydınlatmadı mı?

Köklerin ırmaklardan içtiği suyla içini serinletmedi mi?

Anaların anası, Umay Ana yaratmadı mı klanımızı?

Erdir, dişidir diye ayırmadan sevmedi mi?

Demir dövmeyi erlik bilmiş avcılar. Karanlığı dost edinip geniş sırtlarını Umay Ana’ya çevirirler. Kaç vakittir göğe göz ederler. Tutturmuşlar, “Gök Tanrı da gök,” derler. Söyle, hangi vakit kamlık er işi oldu? Başlarına kızların külahını takarak göğe saçı kurbanı ederler. Buldukları Tanrı’yı da kandırırlar. Umay Ana kanmaz, içerler toyluklarına. Seher yeli esende, kapandı çadırına.

Kutlu Ana, ne kusur ettim sana?..

…..

Çaputlar bağladım dallarına.

Sütle, kımızla, darıyla besledim seni.

Güneş doğanda sarıldım gövdene.

Ruhumu kattım ruhuna.

Yaprak oldum, dal oldum, kök oldum.

Avcılar ellerine aldıkları tırtıklı demirle, genç yaşlı demeden ağaçları keserler. Karşılarına geçende, tozu duman ettim. Sivri demiri üzerime savurunca aslan saçlı, orada daha fazla duramadım. Ardımca, “Sarıkız’ı alt ettik,” diye naralar attılar. Avcılığı bırakanda, sabahtan akşama demir döverler, kımız içerler. Omuzları genişledi, kasları sertleşti, elleri büyüdü, içleri nasır tuttu. Üstelik hatun kandaşlara kol kaslarını gösterirler.

Ava gidende erlerin arkasından sular dökmedik mi?

Ateşimizi verip yollarını ağartmadık mı?

Avdan dönende yollarına çiçek tohumları serpmedik mi?

Türlü türlü bitkiler yetiştirdik, aş edip önlerine koyduk. Ateşimizi alıp demir döverler, üstelik hatunlara bakıp böbürlenirler. İçleri kaynadı anam, gözleri fır döner, ağızları bulanık sözle yalanır. Gece kötü ruhları çağırıp çadırım etrafında dolanır dururlar. Demir kazıkları üstüme fırlatıp gülerler. Ardımdan, “Keçi keçi,” der yine gülerler. Ulu Dağ’a koşar, tırmanırım. Ayaklarımın ruhu kanar. Dağ sıkıca sarar, korur beni; demirin pasından, sert kasların hoyratlığından. Bir süre geçer, özlerim kandaşlarımı, inerim keçi çevikliğinde obama. Bir taş atarak etrafında dokuz kez dolanırım. Yine de güvenmem demircilere. Güneşin rengini verdiği sarı saçlarımı karıştırırım birbirine. Ulu hediyen tarağım, ne zamandır küs bana. Yolum yollarına rastlar, kızgın demiri gözüme tutarlar. Peşi sıra yine bağırırlar, “Keçi keçi,” diye. Ben kaçarım onlar, “Kötü ruhu kovduk,” derler.

Ah ki ah! Kutlu Ana, ah!

Ben kaçarım onlar kovalar.

Kar ruhuna işerler. Yaprakla silinirler…

Suyun ruhuna tükürürler.

Ateşi suyla korkuturlar.

Akça Hatun doğuruverende öldü diye, beni suçlarlar. Kimselerin eşiğine yaklaşamaz oldum. Hatun kandaşlarım görür görmez beni, kaçar oldu. Eşiğe basmışım, dolunayda görmüş demirciler. Yeni doğuran hatunların baş ucuna dövdükleri demiri bırakırlar. Bizim hatunlar demircilerin kol kaslarını bir halt zanneyler. Ana ocağını bırakıp ata ocağına göz süzerler. Geçende, topaç gibi bebeyi görmeye gittiydim. Melike Hatun beni görende sivri demiri üzerime tuttu, hemen arkasından bağırdı, Albastı Albastı… Sarıkız idim oldum mu Albastı? Korkudan ikimiz de alı al, moru mor olduk, bağırdık. Ben savuşurken demirciler, bir ağız bulanık sesle, mâni yakmış idiler: “Sarıkız hoppadır, hoppadır…”

Ah ki Ah! Ağaç Ana, ah!

Demir bozdu kandaşlığı.

Klanı kara kaslı ruhlar sardı.

Şimdi ben ne edem?

Mutfak, 10 Aralık 2020- 5 Şubat 2022