Hıdır Işık
I.
Kendini yücelten çağın iniltileriyle uyandım. Bir kelebeğin nefesine tutunarak yerden kalktım. İlkin tanrının sesinden bir ünlemde annemi gördüm. Gözleri yoktu. Unutulmuş bir tarihi taşıyordu elleri. Titreyen sesimi çığlığa kattığımda kardeşimin gözkapakları düştü dudaklarıma. Şaşkınlığımı babama uzattım ki vurulan bir kuş kavminin kederiyle toprağa bırakmıştı kalbini. Anne, dedim acı konuşmayı unutmuş. Bende ne görüyorsan sendedir, sende ne görüyorsan sessizliğini güneşe adayan bir halktadır oğul, diyerek ölümün atına bindi.
öze inen bir perde olduğuma kanaat getirdi bir kirpi.
Annem yaşamak kadar güzeldi, unutulmuş bir tarihi
taşıyan elleri tek yurdumdu…
II.
Mezopotamya’da kuşlar ateş üstünde uçar
ölüm hüznü çağırır dağların bilgeliğine
zulmün gölgesinde gün uyanır ışık ehline
kadınlar cem-i cümle için dua bırakır güneşe
zahirin anadilidir Fırat’tan Dicle’ye uzanır,
kurumuş güllerle gözlerini kırpan adamların
ve saçları taşla kesilmiş çocukların ezgisidir
ufuk çizgisine çöken yorgun vadilerin ışığı
rüyasını arayan evler sabırdan bir avludur
karanfillerden bir parça gök taşır cemali sır
sonra mahzun bir deltaya derinlik diye yazılır
kurdunu kuşunu bilen ırmakların tarihi
Mezopotamya, ah kâinatın ilk buğday ezgisi,
sesime konan eski bir kırgınlıktır güneşin sözü