YAZ VE YAY


Feyza Akbulut Öner

           

 “Ötüken ülkesi ve çevresi, ikisi arasında tarlalarım. Sekiz Selenge, Orkun, Togla, Sebintürdü, Kargu, Burgu yerlerimde ve sularımda konar-göçerim ben. Yaylam Ötüken’in kuzey batı ucu Tez- Başı, doğusu Kanyuy ve Künüy nehirleri.”  TERHİN YAZITI

Yay, denilince akla öncelikle ok atmaya yarayan ağaçtan ya da metalden eğri çubuk gelse de bu yazıda sözü edilecek olan bu değil.  Yaz olarak bildiğimiz mevsimin Türklerdeki eski kullanımı olan “Yay”dan söz ediyor olacağız. Bu durumda başlıkta kullanılan “Yaz” sözcüğünün de eskiden ilkbahar anlamına geldiğini başta belirtmekte fayda var. İster yaz diye düşünelim ister yay; zihnimizdeki çağrışımlardan biri harekete geçmek olacaktır. Neden mi? Çünkü doğanın yeniden uyandığı, güneşin yer değiştirdiği, döngünün içinde olduğumuz bilgisi ortak bilinç dışımızda var. Jung, ortak bilinç dışını insan veya hayvan hafızasında kayıtlı, yaşadığı kültüre dayalı her türlü imge, sembol, dil ve diğer tecrübeler olarak tanımlar. Bir türün tüm kişisel deneyimlerinin bir araya gelerek düzenlendiği, nesilden nesile aktarıldığı alandır kısaca.

            MÖ 6. bin yıl Türklerin koyun yetiştiriciliğine başladığı, böylelikle, konar-göçer Türk kültürünün ortaya çıktığı dönem olarak kabul ediliyor. Kişisel düşüncem, dünyanın neresinde ve hangi kökenden olursak olalım, bugün çoğumuzun böylesi bir yaşam sürdürdüğü yönünde. Yarı göçebe kültürün ortaya çıkış nedeni hayvan yetiştiriciliği olsa da bugün yarı yerleşik olmamızın sebebi doğadan ve doğamızdan uzaklaşmamız kuşkusuz. Yarı yerleşiklikten kastım bedensel olarak uzun süre aynı yerdeki varlığımızı koruyor görünsek de ruh olarak bir yere ait hissedemiyor oluşumuz.       

             Konar-göçer Türklerin yaşadığı coğrafyada tayga, tundra, çöl, bozkır gibi iklim çeşitlilikleri görülüyordu. Günümüzde mevsim ve coğrafya ayırmaksızın hâkim olan iklim; kirlilik, gürültü, telâş, beton, stres ve dengesizlik barındırıyor maalesef. Bu çerçeveden bakıldığında konar-göçer yaşam biçimini sürdüren atalarımız yerleşik bir ruha sahipken biz yerleşik bedenlerimizle göçebe ruhlarımızın arasında büyüyen boşluğu nasıl doldurabileceğimizin arayışındayız sanırım. İçimizdeki eksikliğin, tamamlanma arzusunun asıl nedeni bu olmalı.

            Kışı kışlakta, yazı yazlakta, yayı yaylakta, güzü güzlekte geçiren Eski Türkler; yolda olmayı ve yolculuk halini mevsim döngüsünün içinde yer değiştirerek ve yol iyelerinden yardım alarak sürdürmüşler. Celal Beydili de “Türk düşüncesinde yol kavramı en önemli mitolojik mekân kodudur” derken bu hareketli ilişkiyi vurgular. Yol ile ilgili pek çok inanışa ve ritüele, hem söyleyişte hem uygulamada, bugün de rastlıyoruz.

 Altaylarda yola çıkıldıktan sonra kutsal sulara saçıda bulunarak, dağın en yüksek yerindeki ağaçlara “Kıyra” veya “Çalama” denilen şerit bezler bağlayarak su, dağ ve ağaç iyelerinin yardımı istenirmiş. Yol üzerindeki taş tepeciklerine taş bırakarak yolculuğun iyi geçmesi için dua edilir, izin alınırmış.  Bu tepeciklere Obo adı verilir ve doğaya, doğa ruhlarına inanmanın göstergesi olarak 1-5 m yükseklikte ve 1-10 m genişlikte yapılırlarmış. Üzerinde bulunan sırığa Gök Tanrı’yı simgeleyen mavi renkli bir bez (Hatık) bağlanırmış. Yolcu, göçer güneşin doğduğu yönden başlayarak tepecik etrafında saat yönünde üç kez döner ve her dönüşte önce ekmek, süt, arakı, kurut benzeri ak yiyecekler saçıp daha sonra kendi taşını bırakırmış. Obo’lar bugün de şamanların, kara kamların ritüellerinde aynı biçimiyle mevcut. Rövşen Aliyev, yaylacılıkta kullanılan çadırlardan oluşan Oba teriminin de buradan geldiğini söylüyor. Yakutlar, yeni bir yere taşınırken süt, yağ, kımız ve at etinden yapılan Malağdasın dağıtırmış. Yola çıkanın ardından dökülen su, su iyelerinin koruyuculuğunu istemek için bugün de yapılmaya devam edilen ritüellerden en bilineni.

 Konar-göçer yaşam şeklinin Eski Türklere doğanın canlı olduğu bilgisiyle birlikte bilgelik de kattığını düşünüyorum. “İnsanın bedeni evrimleşmiştir ama ruhu, yüreği değil.” diyen Joseph Campbell’e katılmamak mümkün değil. Ortak bilinç dışımızdaki kadim bilgilerden yeterince yararlanabilmek için ruhumuzla, yüreğimizle yaşamayı öğrenmemiz şart. İç sesimizi susturmaya, yalnız aklımızla yaşamaya öyle alıştık ki kendimizin ötekisi haline geldik adeta. İçimizdeki sesi, ruhumuzdaki bilgeyi duyamaz olduk. Dünyamıza şefkatle yaklaşmanın yolunu yeniden bulmak için geçmişe de bakmayı denemeliyiz. Mitolojimizdeki gökyüzü, yer ve yeryüzü diye ayrılan ÜÇ DÜNYA inanışı gibi. İnsan da küçük bir dünyaydı ve o da üç ruha sahipti. Nefes ruh olan ÖZÜT, suya giden ruh SÜNE ve benlik ruh SÜLDE. İnsan ancak üç ruhu bir aradayken varlığını duyumsardı. Türk mitolojisini diğer mitolojilerden ayıran en önemli şey bu tamamlanma düşüncesidir zaten.

 Zıtlıklar öteki mitolojilerde ikilik- karşıtlık olarak karşımıza çıkarken Türkler bunun bütünlenmeye aracı olduğuna inanmışlar. İyi-kötü, yer-gök, eril-dişil, karanlık- aydınlık gibi aklımıza gelebilecek her türlü zıtlık döngüye hizmet eder haldedir bu anlayışta. Doğa can taşır. Yalnız insanın değil her şeyin ruhu ve yaşayışı vardır. Ormanın, dağların, toprağın, taşların, suların, bitkilerin, hayvanların… Bu sebeple doğayı sayan, seven, uyumlanan insan; kendi doğasında da uyumu yakalar, ruhlarını bütünler. Araştırmacılar yerleşikliği yazıya göçebeliği söze, şifahi olmaya dayandırsa da asıl yerleşiklik de bu değil midir? Kendi içimizde duramadan bir yerde bedenen kalıyor olmamız ne derece belirleyicidir?

            Eski Türklerin yaşayışlarını ve mitolojisini inceledikçe ister orman ister bozkır ister kent yaşamını sürdürsünler doğayı kutlu görmelerinin, onu rehber almalarının izlerini her yere bıraktıklarını fark edersiniz.  

Güneş esaslı on iki hayvanlı takvim çoğumuz tarafından bilinir. Zamanın Eski Türklerdeki bir diğer bölümlenişi de mevsim esaslı olan ve yer değiştirme, göç etme zamanını belirleyen takvimdir: Kış(22Aralık-21Mart), Yaz(22Mart-21Haziran), Yay(22Haziran-22Eylül), Güz (23Eylül-21Aralık)

            Bu bölümlenişte yaz ve yay mevsimleri dikkatimizi çekiyor. Yaz sözcüğünün bugünkü ilkbahar için kullanıldığını erken dönem Türk yazıtlarında ve Divan-ı Lügati’t Türk’te görüyoruz. Aynı kaynaklardan ve bugün yaşayan diğer Türk lehçelerinden hatta Niğde, Erciş, Elazığ, Amasya, Ağrı, Antalya, Kars, Iğdır, Isparta, İçel yöresi ağızlarından yay sözcüğünün de bugünkü yaz için kullanıldığını biliyoruz. Orta Asya’ya göre iklimin daha yumuşak olduğu Batı Türklüğünde “yay” sözcüğü zamanla kaybolmuş, yerine yaz kaymış, ondan boşalan yere de Farsça bahar sözcüğü geçmiş. Bu mevsimler mitolojimizde en çok Yayık Han ile ilişkilendirilmiş.

Türk mitolojisinde Yayık Han ırmak tanrısıdır. Cayık, Tayık, Dayık olarak da adı geçer. On yedi ırmağın birleştiği yerde yaşar, rüzgârlara ve sulara hükmeder. Şimşek kamçılı, gökkuşağı dizginli tarif edilir. Dağ başlarında oturur, insanları korur, canlılara hayat verir, Ülgen’den haber getirir. Eski Türkler baharın gelişiyle kendi fiziki yolculukları ve kamların düşünsel yolculuklarına yardım dilemek için Yayık Kaldırma saçısı yaparlarmış. Hayvanlarından aldıkları ilk süt ile bulgurdan hazırladıkları lapaları ırmaklara saçarak yolculuklarına yardımcı olmasını dilerlermiş. Bugün dilek ağaçlarına asılan bez parçalarının da ilk şekli baharın gelişi, yolculuğun fiziki ve düşünsel başlamasının kutlanması için Yayık Han adına yapılan bu törenle ilişkili olduğu biliniyor.

Anohin, ırmak tanrısının beyaz bezden tasvirlerinin yapıldığını, tasvirlere kırmızı şeritler dikildiğini, beyaz kıldan iplerle iki kutsal kayın ağacına asıldığını belirtiyor. Ortak bilinç dışımızdaki bilgiyle ağaçlara bağladığımız her çaputla Yayık Han’ı yaşatmaya devam ediyoruz bir bakıma.

            Bugün içimizdeki bilgeye kulak verip harekete geçmeli, doğaya ve doğamıza doğru yolculuğa çıkmanın bir yolunu bulmalıyız. Yayık Han yardımcımız olsun. Ağaçlara bez bağlamayı unutmayın.