*Anıların aşka karıştığı sorular*
*Çocukluğunuzun yazından kalan bir kumdan kaleyi bize açar mısınız? (Özlem Tezcan)
Gönül Çatalcalı: Denizin düşlerde bile görülmediği, maviden, nemli esintiden uzak bir kasabada doğup büyüyen küçük bir kız, kırsalı bilirdi; üzüm bağlarını, zeytinlikleri, tütün, pamuk tarlalarını, erik, kayısı, kiraz bahçelerini… Nehirleri, çayları… Gün inip gerçekler örtüldüğünde başka bir çocuk çıkardı içinden usulca; sayfalarını deli gibi çevirdiği resimli kitaplardaki denizin gerçekte nasıl bir şey olduğunu hayal eden…
Deniz koskocaman, bazen durgun, bazen azgın köpüklü bir maviydi, üzerinde gemiler yüzen.
İşte o mavilikle ilk buluştuğu günü hiç unutamaz o küçük kız. Bir sepet dolusu renkli taş, midye kabuğu ve başını döndüren deniz kokusuyla kasabasına döndüğünde, bir günde büyümüştü. Denizi gören biri olmuş, onun yalnız sudan oluşmadığını, upuzun bir “kıyı”sı olduğunu bilmişti.
Esas hikâyeninse hayatın kıyılarında beklediğini, yaşadığı her olaydan sonra biraz daha öğrenecekti.
Zehra Betül Yazıcı: Çocukluktan kalan kumdan kalelerin duvarları hafıza taşlarıyla örülüyor, duvarları kolayca yıkılıp gitmiyor, kapısı da öyle kolay açılmıyor. Zorlayınca şöyle bir şey çıktı içinden. Çocukluğum Silifke’de geçti. Yazlar çok sıcaktı. Çocukluğuma doğru yola çıkıyorum ve eskiye, çocukluk dediğimiz kumdan kalenin içindeki anıya, gıcırdayan kapısını azıcık aralayıp ulaştıktan, gözlerim de loşluğa alıştıktan sonra U dönüşü yaparak, aynı yollara paralel bir yoldan, unutamadığım bir yaz gününden hüzünlü bir an’ı bugüne taşıyorum. Açılmış defterin iki yanı arasında, tam ortadayım ben. O gün lal bir kadının sesi (sesi sevmeyen sessiz bir kadın bu). Taşa değiyor eli; benim tanıklığım o elin kalkışına değil; görmüyorum o anı, taşın fırlatılışına da değil, sonrasında o taşın yan bahçeden bizim tarafa geçişine sadece. Bu olanlar ağır çekim bir imge zihnimde. Kadın var, yan bahçedeki komşu kadın, biliyorum onu, ara sıra görmüşlüğüm var, kara kuru, sinirli bir kadın, bazen dut çalmak için onların bahçesine uzandığımızda bize de öfkeyle homurdanan kadın; sesi sevmiyor, arada bahçe duvarları var, duvar demek sınır ve bu da hareketsizlik demek taş dışında, aslında taş da kendi kendine hareket edebilen bir şey değil (taşın hareketi duvarı aşma şeklinde, izinsiz oluşu nedeniyle yasadışı). Taş hareket edebilir, çünkü sesi sevmeyen, lal kadının elleri ve bir niyeti var ki, kulağı da var, sesleri duyuyor, ama ses çıkaramıyor, sesleri duyup da ses çıkaramayışına öfkeleniyor (buradaki olgu eksiklik, sakatlık, yetersizlik ve bunların yol açtığı edim). Bacağınız kırılmışken, bir sandalyede oturmanın da böyle bir şey olabilmesi lazım. Kalkıp başka bir sandalyede oturmayacağınıza göre o sandalyenin bir parçası olmanız gerekir. Yerinizi değiştiremez ve başka bir sandalyeye geçemezsiniz. Oradan kurtuluşunuz demek kendinizden de kurtulmanız veya sandalye olarak kalmanız demektir ve öfke orada öylece oturup kalmanızadır muhtemelen. Lal kadın da, kendisinin konuşamıyor ama küçük bir köpeğin havlayabiliyor oluşuna böyle öfkelenmiş olmalı. Öfke kadının içinde büyüyor ve onu harekete geçiriyor. Hafifçe domino taşlarına dokunuyor bir el. Kendisi hiç ses çıkaramazken, köpeğin sesinin yan duvarı aşıp kulak zarını titreştirebiliyor oluşuna ve bir ses dalgasının hava ile buluşuyor oluşuna duyduğu öfke. Özetle olay sırası şöyle: Yavru köpek havlıyor, hava titreşiyor ve biz buna köpek sesi ya da havlaması diyoruz, rüzgârın deniz yüzeyini buruşturması gibi, sessiz kadın anlamlı bir ses çıkaramıyor ve yüzünü buruşturuyor, anlamsız seslerle haykırıyor hıncından, dili tutulmuş, dili eski bir anda tutuk kalmış, o hangi an ise, biz bilemiyoruz onun hikâyesini, (sessiz olanın sese öfkesi) eksiklik, ekside kalmış dilsizlik, sesin içe kaçması, dibe çökmesi, dilin hareketsiz, titreşimsiz kalışı ve hava ile buluşamaması, havaya çarpamaması, havanın ona vurmaması ve bir müziğin yankısı ve eşsiz büyüsünün dilinde yeni bir ses oluşturamıyor oluşu; sessiz kadının hüzünlü geçmişine sırtımızı çeviriyoruz, o kadının adını bilmiyoruz, o da adımızı çıkaramıyor ağzından, sessizlikten ve küçük köpeğin durmadan havlamalarından kulak zarına çarpıp duran seslerden yorulmuş belli ki. Bel ve sırt omurlarının öne doğru eğilmesi, diz eklemlerinin hafifçe bükülmesi ve eğilmiş bir kadın sureti, kolun uzanması toprağa, dikenli turunç ağaçlarının dibinden herhangi bir taş bulması ve bulduktan sonra hareketlerin, bu kez, ters yönde yinelenmesi, bütün bunları tahmin ediyoruz. Hareket; siyah ile beyaz arasında kalan bin bir gri tonun her birinin yerli yerine ulaşması demek oluyor, daha bitmedi, parmakları taşı kavrama kabiliyetinde, baş ve işaret parmağının arasında tutuyor taşı ki bunun adına tutma deniyor, tutmanın bize gösterdiği şeyler var; bir taş ve bir el, eğilmekten geri dönmüş ve önce bel omurlarını ve ardından sırt omurlarını düzleştirmiş, eski konumuna getirmiş bir sessiz kadın, ardından gelen hareket kolunu kaldırması ve omuz eklemini hareketlendirmesi ki, hareketin uzun tarihi içinde düşününce bu çok sıradan, bunu nasıl yapacağını bile düşünmüyor kadın, nasıl yapabildiğine şaşırmıyor bile, kolu upuzun geriye gidiyor bir portakal sıkma aletinin kolu gibi yukarı kalkıyor, portakal ikiye bölünüyor ve yukarıya kalkabilen kol ile sabit yüzey arasında konumlanmış, giyotinin inmesinden hemen önce iki tahta arasındaki boşluğa sıkıştırılıp sabitlenmiş, az sonra kopacak, gövdeden ayrılacak hâlihazırda bütünlük halinde ve uyum içinde duran bir kafa gibi, yarım portakalın suyu çıkarılıyor ve bardağa akıyor gibi ve sonra köpek yavrusundan gelen ve kulak zarını titreştiren sese doğru arkaya giden kolun tekrar, ama bu sefer çok hızlı bir şekilde öne doğru gelmesi ve parmakların açılıp taşı fırlatması, taşın havaya sürtünerek ki, hava görünmez bir varlıktır, hayalet gibidir, bir kabın biçimini alır, sessiz kadının kolundan gelen güçle ileriye doğru yol alması ve zaten her şey yolda olur ve harekettir zaman, ben de yani olanlara tanıklık etmekte olan çocuk ben diyor ki: Her şey çok kısa bir zaman dilimi içinde oldu, ama bu kısalık köpek yavrusunun sonu olacaktı ki, o bunu bilemezdi, çocuk ben de bilemezdim. O çok kısa olan bir hareketin içine de ölüm gibi, sonsuzluk gibi uçsuz bucaksız bir uzunluk sığabiliyordu, kan akıyor ve sıkılan portakalın suyu gibi, onun bardağa dolması gibi, köpeğin kanı da toprağa doluyordu. Şu an anlatıyor olduğum anın bu sonuna dair bir şey bilinmiyorduk o an, küçük köpek hayattaydı daha o sırada, o an’ın içinde bir inilti duydum. Bunu bilen herkesten biriyim artık. Herkes bilir, köpeklerin gövdesine bir taş veya tekme çok hızlı çarptığında çıkardıkları sıradan seslerden biriydi ve duvarın dibinde yatan yavru köpeğin beyaz kısa tüylerin arasında kırmızı bir ıslaklık belirdi, bunu gördüm ben. Kanı ilk kez görüşüm değildi. Bir tarafı kırılmış süs havuzundan atlarken düşüp kaşım yarıldığında da, bir horoz bahçede beni yere yatırıp oramı buramı dittiğinde de görmüştüm kendi kanımı. Ama bu başkasının kanını ilk kez görüyordum. İki rengin buluşması bu kadar uyumsuz ve pembe denen bir renk ancak bu kadar ve ancak bu kadar lüzumsuz olabilir diyorum bugün. Sanki kiraz çiçeklerinin rüzgârda kar taneleri gibi uçuşan beyaz çiçekleri, (bir filmin son sahnesinden aklımda kalan) ağacın dibindeki ölü bir askerden akan kan gölünün içine dökülmüş, yüzmekteymiş ve kırmızı ile beyaz bu kadar uyumsuz bir renk bileşimi olabilirmiş, ölü bir asker, beyaz tüylü ölü yavru köpek ve beyaz kiraz çiçekleri zihnimde ancak bu kadar uyumsuzca bir araya toplanabilirmiş. Doğa, sadece kendi çocuğunu emziren bencil bir anne gibi, sanki ölümler, savaşlar, yıkımlar, kıyımlar salgınlar olmuyormuşçasına çevrimini sürdürüyor, kendi işine bakıyor, kiraz çiçekleri açıyor, rüzgâr onları savuruyor, arılar işlerini bilir, vızıldıyor, beyaz buluştuğu kırmızının nereden geldiğini umursamıyor, pancar toprak kokuyor ve kökün, bizim için çocukluğun, bize anlattığı yeni bir hikâyesi oluyor, kumdan kaleleri basıp dağıtmak varken, bir yenisinin kapısını aralıyor.
Batıgün Sarıkaya: ZEUS’UN BAŞI ÜSTÜNE
Eski tek katlı evimizin arka bahçesinde, üzerinde demir arabalarımı sürdüğüm çoğu zaman hafif nemli toprak, kumun yerini tutmazdı elbet. Bilirdim bunu ve yaz gelsin de kumlara gidelim diye beklerdim. Denizden uzak kentlerde büyümenin yazgısı… Hazır kumların satılmadığı hatta kedi kumunu bile bilmediğimiz bir dönemde, soluğu bir sayfiye yerinde almanın heyecanı başka olurdu. Yüzme bilmediğim ve öğrenmekten de utandığım için ancak belime kadar girebildiğim sudan çıkar, kumda eşelenmeye başlardım. Babamın bir ara heves edip aldığı şemsiye, tepeye yükselen sıcağa önlem olarak kuma gömülür; serilen havluların üzerinde aile üyelerim serilip kalır, ben de çocukluk döneminin sarı yeşil kova ve küreğiyle oynamaya dalardım. Bu oyunlar, kardeşim bana eşlik edecek yaşa gelene kadar yalnız başıma sürdü. Ve ortaya dişe dokunur sonuçlar da çıkmadı. Sanırım bunda bir sebep yetenekli babamın da benimle aynı şehirde doğup büyümüş ve denize ancak kırk yılda bir gidebilmiş olmasıydı. Teyzemi ziyarete gittiğimiz bir yaz ayında, Foça’da çok sevdiği turuncu paletleriyle önce dalıp çıkmış, sonra gelip kumsalda bir sanat eseri yapmaya başlamıştı: Zeus’un başının kumdan heykeli. Ben dizlerimi kırıp oturduğumda, kardeşimse ayakta durduğunda aynı hizada olduğumuz büyük bir heykel. Kaşı, gözü, saçları gayet belirgin ve muntazam. Sahilde herkes gelip Zeus amcanın fotoğrafını çekti, yanına oturup poz verdi. Gelip geçenler hayran hayran heykele baktıkça ve heykeltıraşa sorular sordukça, kenarda ‘Yaaa, ben yaptım işte!’ edasıyla oturan babamın yüzündeki gülümseme genişledi. Çocukluğun tatmin edilmemiş onaylanma ve beğenilme arzusu cisimleşip heykelde görünür oldu. Ve gün boyu herkes Zeus’la meşgul olunca -çocuk aklı tabii- emin değilim ama kumda bir şeyler yapma arzumu galiba o gün kaybettim.
Deniz Dağdelen Düzgün: Selçuk’tan çıkılır yola, solu deniz sağı ormandır yolun. Yol boz bir huzursuzluk gibi kıvrılır Özdere’ye kadar, orada sakinler. Yol yazdır, yaz çocukluk; çocukluk, Özdere. Kardeş bildiğim kuzenimle, kaldığımız kamptan gözetmenlere haber vermeden yazlıklar arasında kaybolunca bulurduk aradığımızı. Belki çocukluğun özgürlük olduğunu düşünüyorduk, belki de özgürlük içimizde bizden hızlı büyüyen bir çocuktu. Paramızın yettiği kadar aldığımız dondurmayı anımsadım bu soru sorulunca. Büyüdükçe kendi içine daralan bir çember midir insan, bilemem. Ancak yıllar geçse de, hala huzur bulmak için gittiğim kumdan kaledir Özdere. Orada takvim yapraklarını kopardıkça, ben çocukluğuma düğümleniyorum.
Eşref Karadağ: 94 yazının başları… Oğlumuz Özgün Eylem iki yaşını geçmiş. Sabahlara kadar ağladığı için battaniyesinin arasına koyup sürekli sallıyoruz. Baktık olmadı, yatağımızın tam üzerine, tavana dört halka taktırarak ilkel bir salıncak kurduk. Böylelikle işimiz kolaylaştı. ‘gık’ der demez yattığımız yerden sallıyoruz. O uyudu mu biz de uyuyoruz.
Arada salıncağından düşüyor, yatağın üzerinde veya yanındaki boşlukta uyuyakalıyor. Salıncağını boş gördüğümüz anda onu yerlerde arıyor, yeniden yatağına koyuyoruz. Bir sabah uyandım, oğlumuz salıncağında yok, odada yok. Evin diğer bölümlerini aradım. Mutfakta küçük bir deliğin başına oturmuş, oradan çıkan karıncaları tek hamlede, birer birer tutup ağzına atıyor. Dikkatle baktığımda karıncaları yediğini gördüm.
“Oğlum ne yapıyorsun?” diye sordum.
Bana baktı:
“Kayıncalayı yiyoyum.” dedi.
“Ama olmaz ki!” dedim. “Karıncaları yersen anneleri çok üzülür, hatta çocuklarımız yok diye ağlarlar.”
Bir süre düşündü:
“Anneleyini de yiyoyum.” diye yanıtladı.
*Güneşin kumda döndüğü masmavi bir yaz aşkını ve ondan geriye kalan deniz kabuklarını itiraf etmenin vaktidir desek… Neler dökülür yüreğinizden ve kaleminizden?(Özlem Tezcan)
Gönül Çatalcalı: İkimiz de bambaşka kentlerden gelen yaz konuklarıydık o sahil kasabasında. Garip rastlantılarla kesişen yollarımız hep aynı yerlere çıkmaya, bütün pınarlar aynı nehre akmaya başladı. Söylenmemiş sözlerle yürümeyi öğrendiğimiz ara sokakların, ellerimizdeki kitapların tanıklığında, çevreye değil içlerimize serin sular sıçratan bir aşktı yaz. Ağaçlarda salkım salkım kuş sesleri, kopkoyu sıcakta esmer vaha gölgeliği… Mavi gölden şahlanıp çıkan iki vahşi at gibi huysuz ve huzursuzduk ergenliğin iç dünyalarında, çözülmemiş dolambaçlarında. Kendi duygularımızdan hareketle karşımızdakinin de bizden farklı olmadığını hissediyorduk. Utanıp hemen uysallaştırdığımız çılgın dalgalar arasında vakur, sevdaya belenmiş sonsuz köpüktü aşk, adı konulmamış.
Derken uzak kentlerden uzak çağrılar geldi. Dönüş yollarına ayrı ayrı düşerken, kitaplarımızın arasında kurumuş hanımelleri, mis kokulu karanfiller bıraktı, önlerinden geçtiğimiz yemyeşil bahçe çitleri.
Ah, vurdular alageyiği ala şafakta, ardından pınarlar kurudu, çöle döndü göl. Atlar da gitti. Nehirse cılız, yeşil bir çizgi, haritadan silinmiş masum ve kederli bir boşluk olarak kaldı. Bugünden baktığımda hep şaşarım; neden, nasıl, niçin zihnimizden bile geçirmemiştik sonrasını? Oracıkta, bir daha hiç gitmediğim o sahil kasabasının sokaklarında kalakalmıştı duygular.
Yıllar sonra “yaz aşkı” dendiğinde aklıma ilk o günlerin düşüvermesi, belki de o zaman yutkunduğumuz, acemi dillerimizde bir türlü yan yana getiremediğimiz utangaç iki sözcüktendir. Belki de ondandır acı biber tadında gülümsemem…
Zehra Betül Yazıcı: Bir yaz tatiliydi. Sanırım üniversite ikinci sınıfı bitirdiğim yazdı. Dayım ve yengem Adapazarı’nda yaşıyorlardı. O yaz, annem ve teyzem, kuzenlerimizle beni ve kardeşimi dayımların yanına göndermişti. Hep birlikte Kefken diye bir yere, deniz kenarına gittik. Çadır kampı için. Çadırları kim kurdu vs. buna dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Kamp yeri çok kalabalıktı ve her yerde İbrahim Tatlıses’in, sevgilisi Hülya Avşar için yazdığı söylenen “mavi mavi masmavi, gözleri boncuk mavi” şarkısı çalıyordu. Bir gece kamptaki gençler toplanıp gitar çaldık, şarkı söyledik , sanırım. O gece tiyatro bölümünde okuyan bir arkadaş grubuyla tanıştık. Ertesi gün onlarla birlikte denize girdik. Akşam geç bir saatte ben ve büyük kuzenim tiyatro grubundan iki erkek arkadaş ile çadırdan kaçıp sabaha kadar kayalıklarda oturduk. Neler konuştuk, inanın hiç hatırlamıyorum. El ele tutuştuğumuzu ve bunun beni çok heyecanlandırdığını hatırlıyorum. Çünkü bu konudaki ilk deneyimimdi. Sabah karşı çadırlara döndük. O gün dönüş günümüzdü. Otobüse bindiğimizde, birlikte bir yaz kaçamağı yaptığımız kuzenim yanağıma, bir daha hiç görmediğim tiyatrocu Mehmet’ten bir öpücük kondurdu. O günlerden geriye şifreli bir sözcük: sincap yakalama, kaldı. Doğa yürüyüşçülerinin çiçek toplama dediği şey yani.
Batıgün Sarıkaya: “TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ”
Kavurmayan yaz yoktur. İşte öyle bir yazdı. Üstelik gençken kavruk olmak için yaza ihtiyaç duymuyor insan. Yazlıklardan bir yazlıktaydık. Kiralık… Annem, kardeşim ve ben. Akşamüstleri yüzmeyi öğrenmek için denize gittiğim anlar dışında, o çok uzun sahilde şortumun kenarına astığım walkman’le Vangelis dinleyerek yalnız başıma yürürdüm. Kaygısız zamanlar… Daha doğrusu çok kaygılı… Kalabalık arasında kalmış bir kaplumbağa gibi, saklandığım kabuktan çıkma ihtimali ödümü patlatırdı. Dışarıda neler konuşulur, ne yapılır bilmeden yaşadığım onca senenin ağırlığı… Sonra, sahilin bir ucunda annemin memleketten tanıdığı, benim daha önce hiç görmediğim bir çekirdek aile… Ailenin en küçüğü; sarı sıcak kum rengi, yanık bir ten, uzun kumral saçlar, delici gözler… Ve kabuğumda hiç bilmediğim bir sancı… Sanırım ne olduğunu o güne dek yalnızca filmlerde gördüğüm bir şey. Gerisini bilmiyorum.
O hafta sonu ziyarete Akın abi geldi. Konuşmada üstat, üzerine şeytan tüyü isabet etmiş, yerel radyomuzun hızlı delikanlısı, Bir bakışta anladı vaziyeti, hem de bizimkilerden önce. Sırrım ortaya çıkınca döküldüm tabii. Böyleyken böyle, dedim ve yaşamım boyunca ihtiyaç duyduğum ağabeylik eğitimine 97 yazında ilk kez bir parça kavuşmuş oldum. Temmuz sonu, bir akşam Akın abi, yazlık komşumuzla gelip gitmeler kıvam bulmuşken, “Dışarı çıkınca, fırsat yarat, konuş onunla” dedi. “Hatta benim şu dizeleri de al ezberle.” ‘Saçımın her teli sevdalı sana!’ Kısa bir şiirdi, ezber ettim. Akşamı da dar ettim. Yemek onların evde. Selma teyzenin marifetli ellerinden… Denizden gelen rüzgârın kesildiği, bıyıklı babadan çekindiğim için pek konuşamadığım sofrada tatlılar gelince, dışarı çıkacağını söyledi Nurcan. Ben de gelmek ister miydim? Başımla utangaç, belli belirsiz bir onaylama. Akın abiyle bakıştık, kalın camlı gözlüklerinin ardından göz kırpıyor. Zaman beni katmış önüne sürüklüyor. Cırcır böceklerinin eşlik ettiği açıklığı geçtik, henüz bilmiyorum ama sundurması sazlıkla örülü bir yazlık bara gidiyoruz. Daha önce hiç görmedim. Siteler kocaman geliyor bana. Yol da uzun. Biraz kekeleyip kararsız adımlar attıktan, bir iki öksürüp sesimi kontrol ettikten sonra durdurdum Nurcan’ı. “N’oldu?” dedi. “Ben,” dedim. “bunu sana yazdım.” Gözlerine baktım ve tüm cesaretimle, kimi sözcüklerin de üzerine basa basa Akın abinin şiirini okudum. Kıpırtısız, ağzımdan çıkan son dizeyi bekledi. Tek söz etmeden gözlerimin içine bugün bile çözemediğim bir öfke bulutuyla baktı. Sonra ani bir hareketle dönüp yürümeye devam etti. Belediye ekiplerinin sulamak isteyeceği bir park ağacı gibi birkaç saniye dikildim. Sonra ne halt edeceğimi bilmediğimden peşinden seğirttim. Hiçbir şey demedi. Barda arkadaşlarını görüp yanlarına oturdu. Ben de harçlık olarak cebime konmuş parayla gençliğimin ve yalnızlığımın ilk birasını aldım, yaptığım şeyden utanarak eve döneceğimiz saate kadar yavaş yavaş içtim.
Sonraki günler konuşmadı, yüzüme de bakmadı Nurcan. Bari, dedim, şiire bir yorum yapsaydı. “Herhalde, yanlış bir şiir oldu o!” dedi Akın abi. “Doğru şiir neydi ki abi?” diye sordum. “Dönünce yanıma uğrarsın!” demekle yetindi. Kalan zaman, rüzgârda uçuşan kum taneleri gibi dağıldı. Tatil bitti. Aileler vedalaştı. Dönerken Nurcan’ın beni arka koltuğa çivileyen o son delici bakışı yol boyunca camda asılı kaldı. Şehre varınca da havaya karışıp gitti. Sonraki gün Akın abinin tabelacı dükkânında A4 çıktısına yazdırılmış bir şiir bekliyordu beni. “İşte,” dedi Akın abi. “Nurcan’ı murcanı boş ver sen, doğru şiir demiştin, işte bu o!” Kâğıdı alıp şiirin adını okudum.
Deniz Dağdelen Düzgün: İlk soruda sözünü ettiğim yaz kampında, ilkokulun son sınıfından bir kız arkadaşım vardı. Beni sıradan arkadaşlarımdan daha fazla ilgilendirdiğini anladığımda ise, kısıtlı harçlığını dondurma borsasında yitirmiş toy fakat affedilebilir bir müflis olarak ilk ziyaretinde annemden ek harçlık istediğimi anımsıyorum. Bu ek harçlıkla, yazlık yer pazarlarında, daha doğrusu pazarcıklarında el işi bileklik satan yöre kadınlarından minik bir bileklik satın alarak arkadaşıma armağan etmiştim. Yaşadığım duygunun kokusunu tarif edemem, ama mavi bir şeydi! Bilekliği koluna heyecanla takarken yüzünün aldığı ifade hala belleğimde berraktır. İnsan armağan verdiğini sanırken kendisine hediye verildiğinin ayırdına varınca ne hisseder? Bu tartışılır. Ancak gerçek şu ki, mutlu bir çocukluk, haddinden fazla mavi bir armağandır!
Eşref Karadağ: Ne zaman o türkü çalsa hep aklıma düşüyor…
Babamla birlikte iki amcam da arıcılık yapıyordu. Üniversite yıllarımda tatillerim yayladan yaylaya kovan taşımak, arıların başında nöbet tutmakla geçmişti. Asıl zorluk kovanları taşınıncaya kadardı. Sonrası ikişer haftalık nöbetler halinde yapılan bir tür bekçilikti. Arıların suyunu, şerbetini vermek, ayılardan, yabani arılardan gelebilecek saldırılara karşı dikkatli olmak gibi günlük, sıradan işlerin ötesinde bir yoğunluk olmazdı. Hal böyle olunca kitap okumak, çevrede fotoğraf çekmek, hamağa uzanıp radyo dinleyerek şekerleme yapmakla geçerdi zamanın çoğu. Bir de çevrede keçi otlatan çobanlarla sohbet etmek, onları tanımak, deyim yerindeyse onlarla arkadaşlık etmek iyi gelirdi.
O yaz havalar geç ısındığından yaylalardan birine çıkmak yerine Milas kıyılarından, el değmemiş bir çamlığa götürmüştük arıları. Deniz burnumun dibindeydi. Sıcakladığım zamanlarda birkaç kulaç atıp dönmek fazla zamanımı almıyordu. Sabahtan kalkıp gereken işleri yapıyor, ardından güzel bir kahvaltıyla kendimi ödüllendiriyor, arılardan fazla uzaklaşmadan, küçük bir gezinti yaparak çevreyi tanımaya çalışıyordum.
O günlerin birinde tanıdım onu. Çevresinde otlayan elli keçinin arasında bir ağaca yaslanmış kitap okuyordu. Sürünün köpeği havlayınca yerinden fırlayıp bana baktı. Bir süre uzaktan bakıştık. Korktuğumu anlayınca köpeği sakinleştirdi, gülümsedi. Karşılık verdim gülümsemesine, yanına gittim. Baştan biraz çekinse de konuştuk, tanıştık Yörük kızı Hatice’yle. Milas koylarına benzeyen derin, yeşil gözleri vardı. Gülümserken birden durulan, uzak düşüncelere dalıp giden bakışları… Gidip gelmesi zor diyerek liseyi yarım bıraktırmış babası, o yüzden gözü okullarda, kitaplarda kalmıştı.
İki haftalık nöbetimin kaç günü birlikte geçti hatırlamıyorum. Bazı günler kahvaltıyı beraber yapıyor, gizli koyumuzda denize giriyor, birbirimize şiirler okuyor, radyo türkülerinden fallar tutuyorduk. Ayaklarımızın yerden kesildiğini, zamanı düşsel bir denize su gibi akıttığımızı hatırlıyorum. İkimiz de biliyorduk bu günlerin biteceğini… Sonra köylü köyüne, okullu okuluna… Yaz aşkı dedikleri bu muydu?
İki şey hep onu hatırlattı yıllar yılı… ‘Denizin dibinde Hatçem demirden evler’ türküsü bir de suyunu akıtarak domatesin elle bölünmesi…